Reklam
mı kokuyor? Olsun, benim için bugüne kadar yaptıklarının yanında lafı bile
olmaz…
Reklam
yapmıyorum, memnuniyetimi paylaşıyorum karşılık beklemeden. Haa, olur da
satışları patlarsa, “lütfen kabul ediniz” diyerek bol sıfırlı bir çek ve
formülün doğduğu kutsal topraklara kısa bir seyahat önerirlerse, hayır demem
tabii…
Mesaj
gönderilecekler listesini neye göre hazırladıkları tam bir muamma. Ama enteresandır,
nasıl ve nereden takip ediyorlar, neyi neyle ilişkilendiriyorlarsa, bir şeyleri
doğru yapıyorlar. Beş yıllık evli hayatımda tek bir parti SMS’i almayan ben,
aklınıza gelebilecek her türlü klüp tarafından mesaj yağmuruna tutuluyorum
tekli hayatıma başladığım ilk günden beri. Kebapçılar birer birer düştü
yakamdan, şimdi olayımız, Salı partileri, Perşembe partileri…
Israrla
davet edenler, mekanın ofis tarafındakilerdir. Basıp dururlar SMS’i, mail’i,
dur durak bilmeden gel gel yaparlar. Ama kapıdaki adam, ki asıl saygısını
kazanmanız gereken odur, rezervasyon var mı diye sorar size yüzünüze aşina
değilse. Eh, az buz zaman değil, o kadar uzak kalırsan öyle olur diyeceksiniz
belki, ama olmaz! Onun işi hatırlamak, hatırlamıyorsa da adam seçmeyi bilmek.
“Sen yenisin galiba!” der girersiniz içeri. Gerçekten yeniyse yer bunu, değilse
ettiğiniz lafı bir güzel yedirir size!
Ne
sıklıkta gidiyorduysam bir zamanlar o uzun kuyruklu yerlere, kapılarındaki
sevgili adam seçiciler, başka başka yerlerde, yıllar sonra da olsa hatırlıyorlar
beni. İyisi var kötüsü var içlerinde, her işte olduğu gibi. Elimi öpüp
–başlarına koyma hıyarlığı göstermeden- bara kadar götürüyor, elimi tutup
taksiye bindiriyorlar yalnız çıktıysam… Yürüyememem sarhoşluktan değil, 18
saattir üstünde durduğum 11 pont topuktan!
O
ayakkabıyı çıkarırken başlayan kan deveranı nasıl bir acı verir bilir misiniz?
Kadınsanız bilirsiniz, erkekseniz bilmezsiniz, çok uzun boylu kadınsanız da
bilmezsiniz! Bilmeyin yani, çüş derler adama, hem de aynen deveye dedikleri manada!
Cins
cins tipler var içeride. Hangisini madara etsek diye bakınıyoruz etrafa. Ne
yapalım, biz de böyle eğleniyoruz. Kırmızı pantolonlu erkek, çok net bir mesaj
veriyor; “Tasarımcıyım ben”. Yırtık pırtık gömleği ve elinde kadın çantasıyla,
kırıtarak pembemsi içkisini yudumlayan şahsiyet ise, gay tasarımcı.
Hafızamda
böyle bir görüntü kalmaması için, anında arkamı döndüğüm Seksenler’den fırlama
kenar mahalle güzeli, kapıdakilerden birinin arkadaşı olmalı.
Kötü
turistler var bir de, sırt çantalarını bırakıp gelmişler ama her hallerinden
belli buralardan olmadıkları.
Hepsini
geçiyoruz, yeterince eğlenceli değiller. Ve nihayet o rastalı, kukuletalı, bebek
yüzlü genç adam giriyor içeri. Ben adam diyorum ama, herkes şahit istiyor. Yakışıklı
aslında, düşünüyorum da, hiç gerek yok kendini böyle hallere sokmasına.
Yürüyüşü,
kimseyle göz göze gelmemeyi becererek etrafı süzen “Siz beni gördünüz, o yeter”
bakışları, halleri, tavırları… O kadar ki, “cool”u resmederek tasvire
kalksanız, modeliniz o olur!
Ve
bir anda neye uğradığını şaşırıyor o kendinden emin kişilik, bardaki 40’lık
hanımlardan birinin, yanağından bir makas alıp “Sen ne tatlı şeysin öyle” demesiyle.
Hiç hazır olmadığı bu ani hamleyle sersemliyor, yüzündeki o serin rüzgar,
yerini çocuksu, şaşkın bir gülümsemeye bırakıyor.
En
hassas noktasından vuruyor sonra kadın, kukuletasıyla oynamaya başlıyor,
arkadaşlarına gösterip gülüyor. Çembere alıyorlar biçareyi, gülümsemesinin
ardına saklamaya çalıştığı korku ve utancı sadece onlar görüyor.
Kolay
değil direnebilmek, tarz yapmış adamı tam da tarzından yakalıyor kadın, ve o
havanın bini bir para hali, olmuş kadın kahkahaları ve giderek daralan çemberin
içinde yok olup gidiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder