23 Mayıs 2016 Pazartesi

Yıkılmıyorsan canım sen...






1.50’lik boyunla, tulum altına babet giyip gece klüplerinde boy göstermeyeceksin. Görünmüyorsun çünkü, bit kadarsın!
Giyeceksin en az 11 pont topukluyu, o da yetmez, salına salına yürümeyi de öğreneceksin! Babanın paralarını çarçur etmeyeceksin, hakkını vereceksin. Bir girdin mi kapıdan içeri, bütün başlar değilse de, üç beş tanesi dönecek sana... Bir iki de kadın bakıyorsa hele, gerçekten olmuşsun demektir. Böyle memnuniyetsiz bakıyorlarsa ama, hafif bozuk olacak... Gülümseme varsa yüzlerde, ya da bir alaycılık seziyorsan, koşa koşa dön evine, babet vardır ayağında büyük ihtimalle, hızlıca gider gelirsin zaten.
İşte şimdi ben gülümseyerek bakıyorum sana, bir tek benim dikkatimi çekiyorsun bu halinle, ben de bok atacak malzeme arıyorum.
***
Öğrenmiş hangi mevsim nereye gidilir, açılışı da atlamamış, haberini almış. Koşmuş dolaptan o en güzel babetlerini çıkarmış, kırmızı! Giymiş üstüne de yeni sezon kırmızı tulumunu, oldu mu sana kıpkırmızı! Fenaydı fena, gerçekten içim kalktı, üzüldüm bir taraftan da… 
Bu çoluk çocuğa -çoluk çocuk diyorum ama genç bunlar aslında, biz de o bar senin bu klüp benim dolanıp duruyorduk o yaşlarda- nereye gideceklerini öğretenler, nereye nasıl gideceklerini neden çıtlatmıyor? Ana babaları salıyor bunları sokaklara, 45’lerindeler muhtemelen onlar da, dışarıdalar yani hala. Hadi bu çocuk, anlamıyor, anası da mı bilmiyor? Yok, onlar da bilmiyor!
Sonra efendime söyleyeyim, açılacak göbek var, açılmayacak göbek var! Pörtlüyorsa içine zorla “sığdığın” pantolonun kenarlarından fışkırıklar, dar t-shirt bile giymeyeceksin, bırak göbek açmayı!
Kaç tanesi geçti önümden, sayamadım inanın! Büstiyer altına dar kot veya tayt! Büstiyer altında bile sıkıntılı görünen hatlar, sınırı aşınca baammm! Fışkırıklar, pörtlekler, omuzdan bele gürleyen bir şelale misali... Sevdim bu lafları. Word de düzeltmedi, o da sevdi herhalde. Fışkırık fıskiye demekmiş bu arada...
***
Kimse yanlış anlamasın lütfen, kimsenin üç kilosuna, ya da 20’sine takmış değilim. Kilo alınır, verilir, bazen alınır verilemez, her şey bizim için. Boy dediğin de uzamıyor öyle hoplayıp zıplamakla, bir iki santim belki... Sadece diyorum ki, üstelik sadece ben de demiyorum, bir bak kendine, fazlalığın mı var, kapat gitsin, ne sokuyorsun milletin gözüne? Ya da yere yakın mısın, yükselt kendini biraz, ayıp değil ki! Topuk dediğin şey seksi bir de üstelik. 
“Pide gibi oluyor ayakları” demişti bir arkadaşım babetli kadınlardan bahsederken. Aynen öyle, pide gibi oluyor o ayaklar, en güzeli, en kusursuzu bile. Yaz bak google’a “seksi ayakkabı”, say sonra babetleri...




31 Aralık 2013 Salı

Yine Bir Yıla Girerken





31 Aralık 2014! Koskoca bir yılı geride bırakıp, bir yenisine giriyoruz, yine. Biraz buruk, çokça umutlu.  Eskinin defterini dürüp, yeniye, geleceğe, bizi bekleyen mucizevi güzelliklere bakmak istiyoruz. Geçirdiğimiz yılı, günahıyla sevabıyla rafa kaldırıp, gelecek olanın ışıltısını soluyoruz.

Evlenmek istiyor Meltem, koca istiyor yeni yıldan. “İrem Hanım da 27’sinde evlenmiş, 29’unda doğurmuş” diyor, doğru zamanda doğru şeyi istediğine ikna etmek için çevresindekileri. Ebru Hanım da 27’sinde evlendi, 28’inde boşandı. 30’unda tekrar evlendi, 32’de boşandı!

Görmüyoruz ters olanı kendimize yeni bir yıl çizerken, eski çizdiklerimizin de üzerini çiziyoruz bir kalemde. Yeni bir başlangıç yapıyoruz takvimden bir yaprak kopararak. Bu kadar kolay mı?

Duymuyoruz, durmuyoruz, planlıyoruz ince ince, yeni kararlar alıyoruz. Basit basit şeyler aslında bir çoğu, istesek, gerçekten istemiş olsak, biten yılda da yapmış olabileceğimiz. Kendimize, sevdiklerimize daha fazla zaman ayırmak, spora gitmek, kilo vermek, kitap okumak, yeni bir hobi edinmek, milletvekili olmak, parayı bulmak... Bir çoğu dedim, hepsi değil.
Yapmamışız ama, bir sonrakine bırakmışız nedense, yeni olana. Yılın karmaşası başlayıp da kış soğuğunda, sorumluluklar ve iş güçle birleşince, bir rehavet çökmüş hepimize. Yeni yılın kararlarını alıyoruz o yüzden artık, eskisini bir an önce silmek istiyoruz.

Neden? Hiçbirini mi gerçekleştiremedik planlarımızın, hayallerimizin? Hiç mi gülmedi yüzümüz? Hayır demek üzereyken kendi kendimize, aydınlanıyor yüzümüz bir an, eh, belki biraz...

Eskiye dönüp bakıyoruz tekrar, muhasebesini yapıyoruz biten yılın çarçabuk, öyle ya, yapmak lazım. Neler beklemiştik, ne kararlar almıştık 2014’le ilgili... Artık çok geç olsa da, yılın son günü olsa da bakıyoruz, yeni pişmanlıklara meydan vermemek için. Nerede hata yaptığımızı, nerede vazgeçtiğimizi, neyin bizi yıldırdığını bulmaya çalışıyoruz.
Saçma sapan mıydı kararlarımız? Gerçekte istemediğimiz şeyler miydi, başkalarına mı bağlıydı? Yetersiz miydi yoksa? Bakıyoruz geç de olsa...
Zamanda yolculuk hayal edilir ya bazen, sık sık konu olur filmlere, dizilere, zaman zaman günlük sohbetlere... İlk akla gelen, geleceğe gidip maç sonuçlarına, şanslı numaralara bakmak olur hani...
Geri dönüp düzeltmek, değiştirmek istediğimiz ne varsa gözden geçiririz de, yeni kararlar almanın, kıçımızı kaldırıp uygulamadığımız sürece, bize hiçbir şey kazandırmadığını görmeyiz. Piyangodadır gözümüz, ya da terk edip gidende, bazen büyük bir kayıpta, ya da hazin bir kaza...
O yüzden şimdiden bu satırlarda 31 Aralık 2014... Geleceği bugünden görmek mümkün belki. Mutluluğumuz, huzurumuz için bir şeyler istemeliyiz bu defa, gerçekten istediğimiz, aç kalmadan başarabileceğimiz şeyler...
Bir tek şu var aklımda, bu yıl, hiç istemediğim halde yapmak zorunda olduğum şeylerden birini çıkaracağım hayatımdan, belki iki olur... Ve çok istediğim bir şeyi gerçekleştireceğim, belki üç! Hangisi olduğunu ise zaman gösterecek, bugün değil. Belki beklemediğim bir fırsat çıkacak karşıma, kim bilir... 
Bugünden kısıtlamayacağım kendimi uzun lafın kısası. Belki kurtulamayacağım evkaftaki memuriyetimden, neden ona takılıp kalayım? Belki devran dönecek, dünya önüme serilecek, neden sınırlı hayal gücümle onu istiyorum bunu istiyorum diye sıralayayım?
Yine bir yıl!

7 Haziran 2013 Cuma

Yarınki Gündem "Bir Grup Yavşak" Olursa?



“Koskoca bir milletle, alenen dalga geçen devletin başının bu rahatlığı nereden geliyor?” diye sormuştum geçen gün, şimdi anladım... Hala bu konuda yazıp çizen yokken, meydan boşken gözlemlerimi aktarayım istedim.

“Türk halkı böyledir. Kıçından donunu, ağzından lokmasını al, bir şey demez, değerlerine bir söz söyle, dünyayı yakar!” demişti bir arkadaşım. Ben de öyle hissediyordum ilk söylediğinde, değerlerine saldırılmasını kabul etmeyen bir halkın bireyi olduğum için son derece mutluydum.

Milletin tek vücut olmasından etkilenmiş, devletin başına, -hakaret yoluyla da olsa- bize damarlarımızdaki asil kanı hatırlattığı için, neredeyse minnet duymuştum. Dilden dile dolaşan Obama esprisini biliyorsunuzdur: Çok kızmış, “Biz bunları ayırmak için yıllardır uğraşıyoruz, sen hepsini bir gecede birleştirdin!”

Birleştik gerçekten. İstanbul gibi bir şehirde, her akşam iş çıkışı parka giden kalabalığın, her geçen gün büyüyerek, 30 Mayıs’ı başlangıç kabul edersek, sekizinci günü doldurması, ömrümüzde ikinci kez görebileceğimiz bir durum değildir, ben öyle tahmin ediyorum en azından.

Daha önce Beşiktaş, Dolmabahçe, Gümüşsuyu civarlarında “gerçek direnişçi”lerin arasında yer alan ben, dün Gezi Parkı’ndaydım. Bir musibet bin nasihatten iyi gerçekten, aklı başında arkadaşlarımın orada olduğunu biliyordum.

Adım atılmıyordu içeride, çoluğunu çocuğunu kapan gelmiş, tam bir bayram havası! Orkestralar, kandil simitleri, kitaplar... Ne güzel! Gerçekten güzel! Protesto kavgalı gürültülü olacak diye bir kural yok, değil mi?

**
Yeni gelen bir genç kız gözleri fal taşı gibi açılmış “Dışarıda Apo bayrağıyla slogan atıyorlar!” Günlerdir parkta yaşayan delikanlı, yanındaki sarışınla yaptığı sohbetin bölünmesinden biraz rahatsız “Hadi be! Nerede?” Delikanlı sakız ağaçlarının gölgesinde yatmayı sevmiş, belli, iki metre ötede olan bitenden haberi yok.

Olabilir, o delikanlı ve yüzlercesi, Türk milleti için artık bir sembol olan o parkta oturmayı kendine görev edinmiş olabilir. Ama yüz değil, binler oturuyor orada. En azından bir kısmının, direniş, devrim, örgüt gibi kelimeleri, Gezi Parkı olaylarından önce de duymuş ve bu tür eylemlerin nerelere varabileceğini görmüş kişilerin, sakız ağaçlarının gölgesinde oturmaktan çok daha fazlası yapabileceklerine inanıyorum ben.

Devletin başı rahat, çünkü sosyalleşiyoruz biz parkta. Geri kalanımız da sosyal medyadan takip ediyor. Facebook ve twitter’daki paylaşım bombardımanı o kadar yoğun ki, okuyacak vakti ancak buluyor, doğru mudur, değil midir bakmadan paylaşıveriyoruz anında. Sayfa beğendiriyoruz birbirimize, aralarında politik sayfalar, içinde genç, örgüt, birlik kelimeleri geçen yapılar var. İki gün öncesine kadar apolitik olan biz sosyal Türkler, açıklama bölümünde siyasi kuruluş yazan bir sayfayı, hiç  düşünmeden “like” ediyoruz! Yahu, ne zaman kat ettik bunca yolu? Bir bilene sorduk mu, bir google’a sorduk mu? Yok, vakit yok kaçıyor!

Devletin başı rahat, çünkü sevdik biz yeni oyuncaklarımızı.
Gümüşsuyu’na inmeyin: Hadi millet Gümüşsuyu’na!
Sosyal medya bela: Arkadaşlar mümkün olduğunca çok paylaşalım!
Kışlayı da yaparım, kavşağı da: Eh o zaman biraz daha oturalım burada!
Polis, TOMA: Kutu oyunu misali, stratejimizi belirleyelim, kendimizi koruyalım, polislere günlerini gösterelim!
Bir grup çapulcu: Çapulcuyum, çapulcusun, çapulcu!

Yarınki gündem “bir grup yavşak” olursa, kim bilir ne yasalar geçer apar topar meclisten...