25 Nisan 2013 Perşembe

Bir Kız İsteme Hikayesi


Bölüm -I-

Gelenekler, görenekler, öğren öğren bitmiyor. Her yerde farklı, bırakın bölgeyi, şehri, köyüne, kazasına kadar farklı hem de! Bir kız isteme hikayesi yaşadık ki geçenlerde, evlere şenlik, tam anlamıyla.

Önce kadınlar tanışıp kaynaşsın dediler, onlarda adet öyleymiş. Harıl harıl börekler açıldı, asmalar sarıldı, kek, kurabiye, baklava, klasik gün menüsü hazırlandı erkek tarafının kadınlarını ağırlamak için. Kaç kişi gelecekler bilmiyoruz, soramıyoruz da, ayıp olma ihtimali var adetlere göre.

Biz altı yedi kişiydik o gün, koy üstüne bir on daha, büyük bir kalabalık teyzemin iki odalı evi için. Fincanlar dizildi, çaydanlıklar boy boy ocağın üzerinde...

Derken kapının önünde arabalar sıralanmaya başladı, bir, iki, üç, dört...
“Teyze kaç kişi geliyor bunlar?”
“Bilmem ki kızım, her arabada iki kişi olsa... Baksana devamı da geliyor.”

Biz biraz gerginiz, olaylı bir geçmişleri var çünkü. Erkek tarafı kızı istemez, kız tarafı ikisine de kıyamaz... Altı okka yapıp evereceğiz çocukları neredeyse. İstemeyenler de, kızımızı beğenmediklerinden değil, tanımadıklarından. Hıyar herif karşılarına çıkarmamış ki bir kere olsun, ben bu kızı seviyorum diye. Kendi kendine iş yapmaya kalkmış. Ergen tavırları, isyankar model!

On dört kişi indi o arabalardan, koy üstüne bizi, 20’yi bulduk. İçeride nefes alınmıyor, kadınlar hamamına döndü salon.

Herkes bir yer bulup oturunca, ilk olarak o bilindik sahne yaşandı. Önce solundaki büyüğümüze sordu onların büyüğü:
“Nasılsınız?”
“İyiyim, sağolun, siz nasılsınız?”
“İyi çok şükür.”

Kısa bir sessizlikten sonra sağındaki büyüğümüze döndü:
“Ee? Siz nasılsınız?”
“İyiyim, siz nasılsınız?”
“İyi çok şükür, sizi gördük daha iyi olduk.”

Sonra bana, yine aynı kadın, ve öncesinde yine o sessizlik:
“Nasılsın kızım?”
“İyiyim teyze, siz nasılsınız?”

Ben hesaplamaya çalışıyorum o arada, ne kadar sürecek bu hal hatır faslı. Permütasyon çanları çalıyor! Sevimsiz sessizlik de başka türlü bozulmuyor ki anasını satayım! Biz bunaldıkça kendimizi mutfağa atabiliyoruz en azından, ama onlar kaçacak delik de bulamıyor. Oturuyorlar öyle salonda bezelye gibi.
Derken, sohbet biraz ilerlediğinde, içlerinde bence en sevimlileri olan, kilolu yenge “Efendim, çocuklar birbirlerini beğenmişler. Biz kızınıza talibiz.”

Allah Allah! Hani tanışmaya geliyorlardı? İstemeye mi geldiler? Kimse hazırlıklı değil. Biliyoruz tabii, eninde sonunda istenecekti bu kız ama... Konuşmadık ki aramızda verecek miyiz, kim verecek... Hazırlıktan kastım bu yani, ekstradan bir de Çerkez tavuğu yapmak değil...

Veriyoruz biz kızı, annem veriyor galiba, emin değilim. Kimse hatırlamıyor, karambolde gidiyor kız.

Kahveler yapılıyor, börek çörek ikramları başlıyor. İki satır önce bok attığım o sessizlik, mumla aranır hale geliyor yarım saat içinde.

“Teyze! Hani istemiyorlardı bizim kızı? Ne bu sohbet muhabbet? Kaç kişi gelmişler böyle istemedikleri kızı istemek için?”
“Bilmiyorum ki kızım!”
Teyzem o gün hiçbir şey bilmiyor.

Annem, müstakbel damadın babasının karısına, evin yanındaki bahçenin sahibi olan kadının ineğinin sütünden yapılan yoğurdun kaymağını anlatıyor. Ciddiyim, gerçekten bunu anlatıyor. Kadın da tanıyor o bahçenin sahibini, ineğini de biliyor.
“Ben de oradan alırım artık, pastörize sütle güzel olmuyor yoğurt.”

Konuşmalara katılan kişi sayısı arttıkça uğultu dayanılmaz hale geliyor. Bir ara damadın 90 yaşındaki babaannesi:
“Aah ah! Hasan’ımın mürüvvetini görmeden ölürüm de gözüm açık giderim diye korkuyordum.”

Büyük hala:
“Niye korkuyorsun anacım, kapatırdık biz senin gözünü!”

Yenge bana sarıyor o arada:
“Bak bu benim küçük gelinim Hale, bu büyük gelinim Şule, bir de ortanca gelinim var, o burada değil. Onun adı ne biliyor musun?”
“Esra?”
“Ay evet kız, nereden bildin? Herkes Lale, Jale yürüdük sanıyor... Allah iyiliğini versin e mi?”

Yenge beni seviyor, ben de yengeyi, kaynaşıyoruz biz, aynen dedikleri gibi oluyor. Önce kadınlar tanışıp kaynaşıyor.

Bölüm –II-

Tanışma faslındaki iddialı katılımı görünce, isteme etabını annemin evinde yapmaya karar veriyoruz, güneşli bir Pazar günü, öğle saatlerinde, bahçede.

Gelin görün ki, akşam geleceklerini söylüyorlar. Eve sığmayız diyoruz, yok, şehir dışındalar, ancak akşam... Bu sefer soruyoruz ama kaç kişi olacaklarını, 20 diyorlar. Eh, idare edebiliriz gibi görünüyor.

Kız tarafı, annemin evinde olacağı için biz tarafı... Zaten 40 kişi varız, koy üstüne 20, en az 60! Sayıyorum girince, komşudan alınan sandalyelerle birlikte, tam 57 kişilik yer var oturacak. Bizim kıçımıza yer görmek haram zaten o gün!

“Anne termos var m?”
“Var kızım var, iyi düşündün!”

Hava kararmaya yüz tuttuğunda arabalar dizilmeye başlıyor kapıda. Bir, iki, beş, yedi, dokuz... Devamını göremiyorum, sayamıyorum. İnsanlar boşalıyor içlerinden, onları hiç sayamıyorum. Birbirlerini görmemişler uzun süre belli ki, konuşuyorlar aralarında. Karşılama komitesinin yüzüne bakan yok, bekliyoruz kapıda mal gibi.

Derken içeri girmeye başlıyorlar. 20 mi? En az 35 kişi var, çoluk çocuk hariç. Giriyorlar, giriyorlar, giriyorlar...
“Selim! Oğlum hala girebiliyor olduklarına göre bunların bir kısmı arka kapıdan çıkıyor kesin!”

Tamam ev büyük olmasına büyük ama, malikane de değil!

“İstemeyeceklermiş, direk nişan olacak” diyor bizden biri. Pek öyle gibi değil ama, çiçekler, çikolatalar... Bir yanda da nişan bohçası, yüzük tepsisi...

Bizim kafa iyice karışıyor. Büyüklerimiz bilir diye onlara bakıyorum, yok, hiçbir fikirleri yok ne yapılacağı ile ilgili. Fakat içeride anlamsızca oturuyor bir güruh! En sonunda, damadın babasının karısına soruyorum ben:
“İsteyecek misiniz?”
“Tabii, tabii, isteyeceğiz.”
“Sonra mı kahve yapacağız?”
“Tabii, sonra! Ya da, yapmayın bu kadar insana kahve, geçen sefer içmiştik.”

Yapmayacaktık zaten o kadar insana kahve, görünür yerde oturanlara verip gerisini geçiştirmekti planımız ilk andan itibaren.

Ben kendimi çaya veriyorum. Makineler var bu sefer çaydanlıklara ek olarak. Her köşede su kaynıyor.
“Anne termos nerede?”
“Hah kızım, iyi düşündün!”
Başka bir şey düşünmüyorum zaten gün boyunca. Elimde termos turlayıp duruyorum sonrasında. Boşalan demlikleri temizleyip yeni çay yapıyorum bir de sürekli olarak. Dedim ya, çaya veriyorum kendimi diğerleri tabak doldurup taşırken.

“Erkekler dışarı çıksın, bohça açacağız.” diyor biri içeriden. Ana! O da ne? Bohça açmak ne? İki katlı koca bir paket geliyor ortaya, dantelli kurdeleli. Üst katta sorun yok, makyaj malzemeleri, parfümler falan filan... 

Alt kata geçmeden tekrar bir kolaçan ediyorlar ortalığı, erkek kaldı mi diye. Sonra o da açılıyor. Aman Allah’ım! O ne? Benim diyen pornoda göremeyeceğiniz şeyler çıkıyor alt kattan, derili, zincirli, delikli... Tamam, biz önceden kaynaştık da, ne ara bu kadar samimi olduk çözemiyorum ben. Kız çocukları var bohçanın etrafında. Gözleri fal taşı gibi açılmış bakıyorlar.

Bizim kızda hiç utanma sıkılma yok ama, bir elinde don, diğerinde kırbaç, poz veriyor müstakbel kayınvalidesine ve erkek tarafının diğer kadınlarına. 90’lık babaanne de bakıyor, ama görmüyor belli ki:
“Güzelmiş, kızımız pek güzel!”

Kızımız güzel de, sizin topunuz sapık! Teyzem kıpkırmızı, sıcak bastı bahanesiyle erkeklerin yanına kaçıyor, bahçeye.

“Teyze! Bu herif bizim kıza bunları giydirecek mi gerçekten?”
“Bilmiyorum ki kızım!”
“Teyze, damat bohçası yapacak mıyız biz de?”
“?”
“Damat bohçası teyze! Yapacaksak içine yüzüklü, tırtıklı bir şeyler koyalım bari, bolca da...”

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kadınsal Poligami



Ona buna laf ederken, kendimi buldum aşk üçgeninin beşinci köşesinde. Aşk değil tabii hepsi, meşk de var, o yüzden geometri bozuk biraz.

Hep erkekler yapacak değil ya. Kadınlar da meyleder bazen çoklu hayata. Çapkınlık diyeceğim ama, biri çıkıp kadından çapkın olmaz, olsa olsa or.spu olur diyecek... Başa döneceğiz sonra yine, en başa hem de, tarih öncesine. Erkeğin elinin kiri, kadının alnının lekesi söylemlerine kadar uzanacağız, gerek yok.

Alnım ak yiyorum her ne bok yiyorsam. Yüzüme gözüme bulaştırmıyorum çünkü sefil erkekler gibi. Erkek milleti demiyorum, sadece sefil olanları kastediyorum, kimse kızmasın.

Nerede kalmıştık? Yüzüme gözüme bulaştırmıyorum, hiçbirinin bir diğerinden haberi yok. Beşinci köşedeyim, dikkatinizi çekerim. İkiden fazla yani idare ettiğim kadro, aylardır hem de. Zor tabii, zor olmasına zor, ama koskoca kış başka nasıl geçecekti ki! Baktım havalar soğuk, evden çıkmak işkence, ev eğlencelerine verdim kendimi.

Nasıl olduysa, fark etmediler de birbirlerini, bir şeylere dikkat etmişim belli ki. Çok acayip numaralar da çevirmedim aslında, doğru seçimler yaptım sadece, farklı yerlerden, farklı hayatlardan. Onun dışında biraz özenli olmak yetiyor sanırım. Benim için öyle oldu en azından. Dört taneler evet, dört kişi. Yoo, her birinde başka bir şey buluyor değilim. Hepsi birbirinden farklı evet, ama çok enteresan kişilikler de değiller.

İkisi evli bir kere, dolayısıyla gören olur, duyan olur sıkıntısını benden çok onlar yaşıyor. Üstelik biri söylemedi de bana evli olduğunu. Onu sıkıştırmak en keyiflisi. Sadece “Bu gece dışarı çıksak?” demem yeterli oluyor, elinin ayağının birbirine dolanması için. Garibim pek yaratıcı da değil, aylardır bir yerleri ağrıyor, bir gün başı, bir gün kolu. Bel ağrısı çekmiyor çok şükür, ciddi bir sıkıntımız yok.

Diğeri, diğer evli olan, işsiz. Ama karısının haberi yok. Rutininde gece geç saatlere kadar çalıştığı, sık sık seyahat ettiği için, evinden çok benimle vakit geçiriyor, hanım uyanmasın diye. Kötü bir niyeti yok aslında, karısını aldatmak aklının ucundan bile geçmemiş biz tanışana kadar. Ben ona yatacak yer veriyorum, yemek veriyorum, arada cebine para koyuyorum, bana getirdiği çiçekleri eline tutuşturuyorum giderken, karısına versin diye. İki kere masraf etmesin, yazık. Ben onu elinde çiçeklerle kapıda görünce yeterince mutlu oluyorum, solana kadar evde tutmama gerek yok.

Diğeri tam bir zampara. Peşinde bir sürü kadın, onları anlatıyor bana. Sorumluluk istemediği için yanından geçiyor hepsinin, uzatmıyor hiçbir ilişkisini. Bizimki beşinci aya girdi, onun için bir rekor neredeyse. Açık bir ilişki, ikimizin de saklamamız gereken bir şey yok, ya da saklanmamız gereken biri.

Sonuncusu sıkıntılıydı, sahiplenme emareleri göstermeye başlamıştı üç beş hafta sonra. Biraz idare etmeye çalıştım, olmadı. Baktım strese giriyorum, yol verdim, güney şubesi açtım onun yerine. “Sorun sende değil bende, daha iyilerine layıksın” dedim. İlk defa söyledim bu cümleyi, kesin çözümmüş gerçekten. Hep kullandıkları için gayet iyi biliyor erkekler bunun aslında ne anlama geldiğini. Sıkıldım, uğraşamayacağım, ne yaparsan yap gönlüm geçti, falan filan... Neticede hepsi aynı; bitti, kendine iyi bak.

Güney şubesi mevsimsel aslında, açtım demek doğru değil, vardı da askıya almıştım. İyi oluyor farklı iklimde birinin bulunması. Buralardan biraz uzaklaşmak istediğimde uzun uzun plan yapmam gerekmiyor.

- Geliyorum, ne durumdasın?
- Gel, bekliyorum.

Geçmişe bakıyorum bazen, çok değil, en fazla bir yıl öncesine... Bir tanesini bulamazken, ya da bir ayı göremeden biterken ilişkilerim, aylardır dört adam var hayatımda. Hiçbiri de gitmeye niyetli değil, sıkılmış gibi görünmüyorlar. Bende bir değişiklik de yok. O zamanlar canlarını ne ile sıkıyorduysam şimdi de aynıyım, neden gitmiyorlar bilmiyorum.

Beklentim olmaması dışında bir sebep gelmiyor aklıma. Neden olsun ki? Keyfim yerinde. Ne diye “bana ilgi göster” trip’lerine girip hepimizin canını sıkayım? Bu galiba onları durduran.

Hakikaten kolay yaratıklar aslında, tek istedikleri, kadın hayatında olsun, birlikteyken iyi vakit geçirtsin, görüşmediklerinde de başının etini yemesin! Yok yemem, zor yetişiyorum, kendime ayıracak vakit bulamıyorum çoğunlukla. Hafta dediğin yedi gün.

Yoruldum ama, bir bahar temizliği yapmanın zamanı geldi sanki...

17 Nisan 2013 Çarşamba

Bana Arkadaşını Söyle...




Etrafındaki insanlar, sana en yakın olanlar, hep iyi eğitimli, statü sahibi, belirli bir gelir seviyesinin üzerinde, ya da çok çok üzerinde, bildiğin para sıçan, kültürlü, yandan da olsa sosyetik, karizmatik mi?
En kötüsü bile, hiç yoksa iki üç kere boy göstermiş mi dergilerde işiyle veya eşiyle? Hepsinin gıpta edilecek en az beş özelliği var mı? Yatı, konağı ya da plaza katı var mı çoğunun?
Kusura bakma ama... Orospu çocuğunun önde gidenisin! Bildiğin adam seçiyorsun! İnsanları kategorize ediyor, huyuna suyuna değil, işine gücüne, parası puluna bakıp sokuyorsun hayatına. Markasına bakıyorsun, iyiyse, pazar payı yüksekse, onu allayıp pullayıp piyasaya süren birileri varsa arkasında, değer veriyor, yoksa yanından bile geçmiyorsun.
Karın seni aldatıyor, bilesin! 
**
Genç, güzel bir kızımız geliyor yanıma. Arkadaşlarını anlatıyor o da, kız arkadaşlarını... Çoğu orta boylu, çoğu balık etli, hepsi çirkin... Tamam, çirkin kadın yoktur da, bunlar çirkin işte. Fazla konuşkan değiller, ama güler yüzlü hepsi. Sıkıcılar, ama sıkılmıyorlar durduk yerde.

Güzel olmasına güzelsin ama... Dirisin de üstelik, taş gibisin! Gel gör ki, özgüvensizsin. Sıfırdan başladın, dişinle tırnağınla geldin bulunduğun yere belli, hırslısın!

Ama o arada, ne bileyim mesela, dil öğrenemedin, seyahat edemedin, kitap okuyamadın. Araba alacak paran olduğunda, özelliklerine bakmadan, en kolay telaffuz edebildiğini seçtin içlerinden. “Nezih bir muhitte” ev buldun, geleni gideni kesiyorsun sürekli, görüntünle kandırıp, tavlayabilmek için.
Basitsin, ucuzsun, iğrenç bi’ tipsin!
**
Ya sen? Korkmuyor musun o kadınla görülmekten? Adı çıkmış, yüzüne gülüp, arkasından konuşmayan yok! Sen yine de çekinmeden görüşüyorsun öyle mi?

Ya şuradaki? Herifin götürmediği bir anası kalmış! Seninle ne işi olduğu belli, rahatsız olmuyor musun etrafındakilerin bakışlarından? Mal demezler mi sana?
Ooo, manken gibi kız gerçekten! Yanında sönük kaldığını söylememe gerek yok herhalde. Fark etmez mi? Evet gerçi, gülüp konuşuyor, eğlenceli birine benziyor. Senin de keyfin yerinde gibi...
Şu paçozla nereden tanışıyorsun peki? Saça başa bak, yataktan kalkıp gelmiş mübarek! Kalkamamış hatta, yampiri yampiri yürüyor. Seni aşağı çekiyor bak, haberin olsun.
A aa! Bu o adam değil mi? Seninle ne işi var? Nereden tanıyorsun, nasıl bu kadar samimisiniz?
Cinssin, kesin manyaksın! Çift karakterli, yok yok çok karaktersizsin!
Davranış bozukluğu mu desem, kişilik mi bilemedim!
Normalsin belki de, olabilir evet, sen...
Bilemedim!