21 Mart 2012 Çarşamba

Saçmalayasım Var Bugün


Ofise donla gidip, tombik sekretere “N’aaber lan şişko?” diyesim, beş dakika sonra “Aayh daraldım!” diye çıkasım var. Trafikte makasa giren adamın boğazını sıkasım, karşıdan karşıya geçmeye çalışan, iki büklüm teyzeye “Yürüsene be moruk!” diyesim var.

Telefonları “444 SEKS buyrun?” diye cevaplamak, kuryeyi, “Hoşgeldin yakışıklı, soyun!” diye karşılamak istiyorum. Poposuna posuna, şap şap değil de, parmaklarımın ucuyla, şıp şıp diye vurmak istiyorum bugün.

Arkadaşıma “Karın seni aldatıyor!” demek, photoshop’la sahte kanıtlar hazırlamak istiyorum. Canlı yayında Doktorum’a bağlanıp, stüdyodaki seyircilere küfretmek, o anı kaydedip youtube’a yüklemek falan filan işte…

Ama bir konferansta sahne alacağım birazdan, gelişmiş ekonomilerde az gelişmiş beyinlerin rolü üzerine bir konuşma yapacağım. 32 slide’lık bir sunum hazırladım, tam yedi haftamı aldı. İçindeki tüm fotoğrafları silip, yerlerine anneannemin çıplak fotoğraflarını koymak istiyorum şimdi. O yüzden yazıyorum bunları da, kendimi engellemek, içimdeki karşı konulmaz saçmalama arzusunu başka bir yere kanalize edebilmek için. Minimize ppt duruyor sağ alt köşede.


“Herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için, öncelikle az gelişmiş beyin ile neyi kasdettiğimi açıklamama müsaade edin lütfen.” 

Ben bunları söylerken, perdeye şu slide gelecek.


“Ekonomilerin gelişiminde en büyük pay, zannedildiği gibi üstün zeka ve beceriye sahip insanların değil, bildiğiniz bu mallarındır. Dur durak bilmeden harcar, tüketir, ekonomiyi ayakta tutarlar.”

Bunları söylerken de aşağıdaki:


“Beyin göçü, zannedildiğinin aksine, geride bırakılan ülke ekonomisinin menfaatinedir.” 

Üçüncü slide:


Klasöre gidip geliyor "curser", engel olamıyorum "mouse" tutan elime. “GRANMA PHOTOS”

“Eğitimli beyinler, ayaklarını yorganlarına göre uzatma telaşında olduklarından, harcama limitleri, az gelişmiş beyinlere oranla çok düşüktür.”

"Ve aynı eğitimli beyinler, doydukları topraklara fayda sağlamak gibi bir ideale sahip olduklarından, ekonomilerin ihtiyacı olan harcamayı yapacak zamanları yoktur. Çalışır, beslenir ve uyurlar."


Bu da anneannemin ilk fotoğraflarından biri… 




Sapık gibi çıplak yaşlı kadın beklemiyordunuz herhalde!



****************************************************************************
Bu yazıyı beğendiyseniz


19 Mart 2012 Pazartesi

Alka Seltzer Günlerine Dönüş


Reklam mı kokuyor? Olsun, benim için bugüne kadar yaptıklarının yanında lafı bile olmaz…

Şurada kaç kişi görecek de öğrenecek bitmek bilmeyen faydalarını? Yasak koyucuların yerinde olsam, alkollü araç kullanmaktan önce malum efervesana yasak getirirdim. Gideceğiniz yere binbir türlü gidersiniz, ama ölümcül baş ağrısı ve ertesi gün bitmişliğini, göz açıp kapayıncaya kadar capcanlı bir kişiliğe dönüştüren başka bir formül bulamazsınız. Öyle bir nimettir gün ışımadan mumu söndürmeyenler için. B vitamini takviyesi şart yalnız!

Reklam yapmıyorum, memnuniyetimi paylaşıyorum karşılık beklemeden. Haa, olur da satışları patlarsa, “lütfen kabul ediniz” diyerek bol sıfırlı bir çek ve formülün doğduğu kutsal topraklara kısa bir seyahat önerirlerse, hayır demem tabii…

SMS’le sizi partilerine davet eden mekanlardan birindeyiz şimdi.
Mesaj gönderilecekler listesini neye göre hazırladıkları tam bir muamma. Ama enteresandır, nasıl ve nereden takip ediyorlar, neyi neyle ilişkilendiriyorlarsa, bir şeyleri doğru yapıyorlar. Beş yıllık evli hayatımda tek bir parti SMS’i almayan ben, aklınıza gelebilecek her türlü klüp tarafından mesaj yağmuruna tutuluyorum tekli hayatıma başladığım ilk günden beri. Kebapçılar birer birer düştü yakamdan, şimdi olayımız, Salı partileri, Perşembe partileri…

Israrla davet edenler, mekanın ofis tarafındakilerdir. Basıp dururlar SMS’i, mail’i, dur durak bilmeden gel gel yaparlar. Ama kapıdaki adam, ki asıl saygısını kazanmanız gereken odur, rezervasyon var mı diye sorar size yüzünüze aşina değilse. Eh, az buz zaman değil, o kadar uzak kalırsan öyle olur diyeceksiniz belki, ama olmaz! Onun işi hatırlamak, hatırlamıyorsa da adam seçmeyi bilmek. “Sen yenisin galiba!” der girersiniz içeri. Gerçekten yeniyse yer bunu, değilse ettiğiniz lafı bir güzel yedirir size!

Ne sıklıkta gidiyorduysam bir zamanlar o uzun kuyruklu yerlere, kapılarındaki sevgili adam seçiciler, başka başka yerlerde, yıllar sonra da olsa hatırlıyorlar beni. İyisi var kötüsü var içlerinde, her işte olduğu gibi. Elimi öpüp –başlarına koyma hıyarlığı göstermeden- bara kadar götürüyor, elimi tutup taksiye bindiriyorlar yalnız çıktıysam… Yürüyememem sarhoşluktan değil, 18 saattir üstünde durduğum 11 pont topuktan!

O ayakkabıyı çıkarırken başlayan kan deveranı nasıl bir acı verir bilir misiniz? Kadınsanız bilirsiniz, erkekseniz bilmezsiniz, çok uzun boylu kadınsanız da bilmezsiniz! Bilmeyin yani, çüş derler adama, hem de aynen deveye dedikleri manada!

Mekana geri dönüyoruz…
Cins cins tipler var içeride. Hangisini madara etsek diye bakınıyoruz etrafa. Ne yapalım, biz de böyle eğleniyoruz. Kırmızı pantolonlu erkek, çok net bir mesaj veriyor; “Tasarımcıyım ben”. Yırtık pırtık gömleği ve elinde kadın çantasıyla, kırıtarak pembemsi içkisini yudumlayan şahsiyet ise, gay tasarımcı.

Hafızamda böyle bir görüntü kalmaması için, anında arkamı döndüğüm Seksenler’den fırlama kenar mahalle güzeli, kapıdakilerden birinin arkadaşı olmalı.

Kötü turistler var bir de, sırt çantalarını bırakıp gelmişler ama her hallerinden belli buralardan olmadıkları.

Hepsini geçiyoruz, yeterince eğlenceli değiller. Ve nihayet o rastalı, kukuletalı, bebek yüzlü genç adam giriyor içeri. Ben adam diyorum ama, herkes şahit istiyor. Yakışıklı aslında, düşünüyorum da, hiç gerek yok kendini böyle hallere sokmasına.

Yürüyüşü, kimseyle göz göze gelmemeyi becererek etrafı süzen “Siz beni gördünüz, o yeter” bakışları, halleri, tavırları… O kadar ki, “cool”u resmederek tasvire kalksanız, modeliniz o olur!

Ve bir anda neye uğradığını şaşırıyor o kendinden emin kişilik, bardaki 40’lık hanımlardan birinin, yanağından bir makas alıp “Sen ne tatlı şeysin öyle” demesiyle. Hiç hazır olmadığı bu ani hamleyle sersemliyor, yüzündeki o serin rüzgar, yerini çocuksu, şaşkın bir gülümsemeye bırakıyor.

En hassas noktasından vuruyor sonra kadın, kukuletasıyla oynamaya başlıyor, arkadaşlarına gösterip gülüyor. Çembere alıyorlar biçareyi, gülümsemesinin ardına saklamaya çalıştığı korku ve utancı sadece onlar görüyor.

Kolay değil direnebilmek, tarz yapmış adamı tam da tarzından yakalıyor kadın, ve o havanın bini bir para hali, olmuş kadın kahkahaları ve giderek daralan çemberin içinde yok olup gidiyor.

15 Mart 2012 Perşembe

Umursamazlık Geni


Bu benim en sevdiğim genim. Babamdan aldım. Umursamaz bir adam değildir yok, öyle olsa “Al kızım, bu gen beni ömrüm boyunca rahat ettirdi, şimdi seninle paylaşıyorum” diyecek kadar düşünceli olur muydu?

Söylemedi de aslında öyle bir şey. Taşıdığımın farkında bile değildim yıllarca, sonra sonra anladım. Etrafımdaki insanların, tepinerek bana bir şeyler anlatmaya çalıştıkları anlar, uzunca bir dönem şaşkınlık yarattı bende.  O noktaya nasıl geldiğimizi hiçbir zaman anlamadım. Taa ki çocukluğumdan alışık olduğum benzer bir sahneyi, bugünkü algımla tekrar izleme şansı yakalayana kadar.
“Yemek hazır hayatım!”
“Hayatıım, yemek hazır!”
“Canım soğuyor yemek.”
“Aşkolsun hayatım yaa, kırk kere ısıttım yemeği, kaldır bi’ tarafını da gel artık sofraya!”

Annemin, ortada fol yok yumurta yokken saçını başını yolmasının, babamın insanı çileden çıkaran uyuşukluğu yüzünden olduğunu düşünürdüm hep. Oysa tek sorumlusu, bu gendi. Ve aynı gen, insanları karşımda tes tes tepindiriyor şimdi.

Hayatın gereksiz kalabalığının içinden kolayca sıyrılıp geçmemi sağlıyor. Beynimi yoracak bir sürü anlamsız ayrıntıdan kurtarıyor beni. Sisli puslu bir hava yaratıyor etrafımda, mama reklamlarında, bebekleri virüslerden koruyan şeffaf kalkanlar gibi. Belli belirsiz bir uğultu yayıyor, duyulmuyor ama, farklı bir frekansta. Kitap okurken, çalan kapıyı duymuyorum. Film seyrederken, “o kim, ne dedi, n’ooldu” sorularını, ofiste kaptırmış oyun oynarken “vergi dairesinden geldiler” üçlemesini hiç duymuyorum. Acayip bir gen, huzurun anahtarı adeta.

Bir kusuru var yalnız, biraz başına buyruk. Nasıl ki benim bir sürü gereksiz ayrıntıya kayıtsız kalmamı sağlıyorsa, aynısını kendisi için de yapıyor, beni hiç sallamıyor. Canı isterse giriyor devreye, öyle çağırmakla dibimde bitmiyor. O kadar kusur kadı kızında da var belki, ama bazen öyle zamanlarda yok oluyor ki ortadan, köyden indim şehre karesindeki gibi kalakalıyorum garın merdivenlerinde, aşağı tükürsem sorun yok da, yukarı tükürünce yüzüme geliyor!

Ne yapacağımı bilmez halde bir yerlere sokuşturmaya çalışıyorum gördüklerimi, duyduklarımı, elim ayağıma dolanıyor, sinirim tepeme fırlıyor…

Bir işaret bekliyorum yakınlarda olduğuna dair, gözlerim her yerde onu arıyor… Derken birileri aniden tepinmeye başlıyor karşımda yine, ben ne olup bittiğini anlamadan!

Derin bir “ohh” çekiyorum, yüzümde bir gülümseme, içimde bir huzur her zamanki gibi…

Karşımdakilerse hala yırtınıyor!

14 Mart 2012 Çarşamba

Kompakt İlişkiler Belgeseli


Kısacık bir zaman dilimi içinde, dolu dolu yaşanan ve doruklarda bir aşk durumu olmadığı için, ayrılık günü geldiğinde, dirseğinizin tam o noktasını bir yere çarptığınızdaki anlık acıdan fazlasını hissettirmeyen ilişkilerdir.

Bir, en fazla bir buçuk ay içinde tamamlanmalı, giriş, gelişme ve sonuç bölümleri, bir rakı masasına sığmalıdır. Bahsi geçen masa, öğle saatlerinde oturulup, akşamı bulduranlardan değil, adam başı bir küçük olanlardandır.

Bu tür bir ilişkinin güzel yanları arasında öne çıkanlar şunlardır;

Beklentinin her iki tarafta da düşük olması ve bu sebeple kendini beğendirme çabasına girilmeden, doya doya ve son derece içten yaşanması.

Boka sarmadan bitmesi ve acı seviyesinin, ortalama eşiğin çok altında kalması.

Gerek kadınsal, gerek erkeksel sohbetlerde, üçüncü kişilerin, herhangi bir çekince göstermeden, karşı taraf hakkında diledikleri gibi fikir beyan edebiliyor olmaları, bu tür ilişkileri, bitmiş dahi olsalar, paylaşılırken eğlendirenler sınıfına sokmaktadır.

Dişilerde, malum günün, muayyen günlere denk gelmesi halinde, birkaç damla gözyaşı görülebilir. İlişkinin seyrine müdahil olmayı başarabilmiş kadınlar, kapris ve muck muck ayarını doğru yaparak bu durumun önüne geçebilirler. Ancak akıtılan sıvının miktarı, ilişkinin doğal seyrinin bozulması tehlikesinin yanında devede kulak sayılacağından, engellemeye yönelik bu eylem, pek önerilmemektedir.

Ünlü filozof Compactius, “Günaydın” adlı eserinde, bu ilişkilerle ilgili düşüncelerini şöyle dile getirmiştir;

“Geçen zamanın acımasız yıpratıcılığına indirilen en büyük tokat, onu hiçe sayıp yaşanan kompakt ilişkiler değilse nedir?”

Onun düşüncelerini günümüze taşıyan takipçilerinin, aydınlar olarak anılmaya başlamalarında, günaydın felsefesinin etkisi büyüktür.

Zaman içinde pek çok yandaş toplayan bu felsefe, en sert tepkileri psikologlardan almıştır.

“Yıllar geçtikçe daha yakından tanınacak ve her geçen gün daha çok sevilecek bir insanı, bir yudumda tüketme arzusu, bağlanma problemi yaşayan az gelişmiş beyinlerin, bu davranış modelini makul gösterme ihtiyacından başka bir şey değildir.”
Dr. UsedtobeRich

Daha da ileri gidip, kompakt ilişki savunucularını, ruh orospusu olmakla itham edenler de olmuştur. Bu talihsiz görüşe en güzel cevap, Dandik Yunan felsefesi öncülerinden Carpediemus tarafından verilmiştir.
  
“İşte, gözlerini para hırsı bürümüş bu psikologlar, bugün cehennemin en harlı ateşlerinde, kendi çığlıklarının mevcut oksijeni tüketip, ateşi söndürmesini boş yere bekleyerek, cayır cayır yanmaktadırlar!” 



Dünya üzerinde alınan ilk nefesten bu yana, dişi ve erkeğin birbirlerini yıpratmadan iletişim kurabilecekleri alternatifler üzerine bir çok çalışma yapılmış, ancak çoğu başarısız sonuçlar vermiştir.



Ve nihayet, MS 21. yüzyılda kompakt ilişkiler, karşıt cinslerin, farklı duygusal ve düşünsel algılama biçimlerini, doğru şekilde birbirlerine iletebildikleri tek platform olarak resmen kabul görmüştür.

Yeni nesillere, doğmamış bebelere ve kendini yeniden doğmuş gibi hissedenlere hayır ve uğur dileklerimle…






11 Mart 2012 Pazar

İlişkilerde Sorun Çözme (?) Yöntemleri


Ne acı! Kadın-erkek ilişkileri üzerine tüm konuşulanlar, yazılıp, çizilenler, kadın erkek ilişkilerindeki sorunlardan, anlaşmazlıklardan ibaret.

Kimse kadın-erkek ilişkisinin güzel taraflarından bahsetmiyor. Kadın-erkek sorunları kol geziyor etrafta, ilişkiler değil. Diyorum ki, olmasın bu durumda ilişki falan; ilişki yok, sorun yok!

Oldu mu şimdi? Olmadı.
Ne yapacağız? Amazonlar ve diğerleri olarak ayrılıp, hepimiz kendi hayatlarımızı yaşayacağız.
Nereye kadar? İnsanlık tarihe karışana kadar. Son üreme tarihinden itibaren en fazla bir yüzyıl daha…
Sonrası? Dünya başka birilerine, başka bir şeylere kalacak.
Bu mudur olması gereken? Hayır!
Nedir? Tanımsız!

Bir yol bulmalı, uzlaşmalıyız. Hatalarımızı tek tek ortaya döküp üzerlerinden geçmeliyiz. Seneler mi sürer? Hayır, iki cümlede özetlenebilir aslında;

Bir: Kadının, kadın olması ve erkeği karşı cins olarak görmek yerine, kadının penislisi zannetmesi.

İki: Erkeğin, erkek olması ve kadını “eksik” erkek olarak görmesi. Halbuki, kadının eksikleri olduğu kadar fazlalıkları da var… Ama benzer fazlalıklar, farklı yerde konumlanmış olmakla beraber erkeklerde de var!

Sorunlarla baş etme yöntemlerimizi, ayrı ayrı gözden geçirirsek belki biraz faydası olur;

Kadınların sorun çözme yöntemi “konuşmak”tır, ve işin aslı sorunu daha da büyütmekten başka bir işe yaramaz. Kavga etme isteklerini, tartışma, car car konuşma, susmama, susamama, çenesini tutamama ve erkeği delirtme güdüsünü dizginleyememektir.

Haklı olduğunu dünyaya duyurmak, haklı olduğunu duyarak tatmin olmak! Evet, bir kadın için en büyük tatmin, haklı olduğunu duymaktır, zannedildiği gibi orgazm değil. Ve en mutlu olduğu an, o andır, sevdiği erkekle ilk kez öpüştüğü veya ilk bebeğini kucağına aldığı değil.

O halde, erkek, kadın cinnet geçirmeye başlamadan önce, “haklısın” diyerek, herhangi bir tartışmayı başlamadan bitirebilir gibi görünüyor.

Hata! Büyük hata!

Bu davranış, kadını daha da delirtecek; “sen beni dinlemiyorsun”, “ne dersem evet diyorsun”, “haklısın deyip bu işten sıyrılamazsın”larla dolu, çok daha şiddetli, çok daha çığır tanımaz bir tartışmanın kapılarını açacaktır.

Peki ne istiyor kadın? Ne yapacak erkek?

Önce dinleyecek, ya da dinliyor gibi görünecek. Yalnız dikkat, arada ani kontrol soruları gelebilir!

Sonra bir iki diklenecek, karşı çıkacak. Bu, kadına biraz daha konuşma, elde edeceği zafer için daha fazla mücadele etme ve tartışma sonuca bağlandığında daha büyük bir keyif alma imkanı sağlayacak.

En sonunda pes edip, kilit kelimeleri sıralayacak; “haklısın hayatım!”

Kolay oldu değil mi? Biraz dırdır dinledi erkek ve olay kapandı. Bir süre sabretti sadece, bütün gününün berbat olmasına izin vermedi. “Win win” bu değilse nedir?

Erkeklerin sorunlarla başa çıkma yöntemi ise kadınlarınkinden biraz farklıdır. Yokmuş gibi davranır,  sorun yokmuş, ya da kadın yokmuş gibi… Onun da canı sıkılır bazen bir şeylere, ama pek üstünde durmaz, sorun etmez, dolayısıyla çözmeye de gerek kalmaz.

Doğrusu budur aslında. O da bilir bir terslik olduğunu ve düşünür zaman zaman bu konunun üstesinden nasıl gelmesi gerektiğini. İşe giderken, tuvalette, traş olurken, mutlaka aklından geçiriyordur eşini sinirlendiren durumu ortadan kaldırmanın yollarını. Kadın iki gün sabretse, erkek kendiliğinden gelip “haklısın” diyecek belki, tartışma olmadan, konu bile açılmadan.

Ama hepimiz biliyoruz ki böyle bir şey olmayacak. Kadın dellenip, erkeğe hırlamaya başlayana kadar, erkek ıslık çalarak traş olmaya, tuvalette gazete okumaya, arabada müzik dinleyerek işe gitmeye devam edecek.

Huzur! 
Sadece erkeklerin bulduğu, kadınlarınsa arayıp durmayı tercih ettikleri bir şeydir!

Biraraya gelen bir grup arkadaş düşünün, erkek olsun bu grup önce. Ne yaparlar? Ondan bundan konuşurlar, maç seyrederler, iş konuşurlar, biraz içtikten sonra dünya meselelerine dalarlar, biraz daha içerlerse ciddi olmayan ilişkilerini anlatırlar gülerek birbirlerine. Eğlenir, kafalarını dağıtır, dönerler her nereye dönmeleri gerekiyorsa…

Kadın olsun şimdi grup; erkeklerden bahsederler, kocalarından, sevgililerinden, kocalarının veya sevgililerinin eski sevgililerinden, kendi eski sevgililerinden, Zehra’nın kocasından, Arzu’nun eski “boyfriend”inden. Hep erkeklerden!

Onlarla yaşadıkları tecrübelerden; ne kadar bencilmiş, o ne demiş, nasıl böyle bir hata yapmış, neden öyleymiş, kim böyleymiş, konuşur dururlar…

Kadınlar da böyle rahatlar, onlar da kafalarını böyle dağıtır denebilir. Ama, rahatlamak bir yana, kendi sorunlarıyla uğraşıp çözmek yerine, benzer gibi görünen, ancak farklı ilişkilerde yaşandığı için, her ne kadar benzer görünse de, kendi sorunlarının çözümüne hiçbir fayda sağlamayacak sinir bozucu tecrübeleri dinler dururlar bütün gece… 


Neden gece? Bilmiyorum, bütün gün de olabilirdi… Kadınlar gece gündüz konuşurlar…

Sonuç olarak, erkeklerin asla sorunlarla uğraşma niyetinde olmayacakları düşünülürse, sorun çözmede kadınların  “konuşma” yönteminden başka bir seçenek yok gibi görünüyor.

Biraz huzur için, erkekler gerekli adımları hatırlasınlar yeter; önce dinleyecek, sonra diklenecek, en sonunda “haklısın hayatım” diyerek noktayı koyacaklar.

Bir iki denesinler, baktık yemiyor, başka formül düşüneceğiz artık.

Haa, baktık oluyor, o zaman da bunun kimin yöntemi olduğunu tartışırız.



8 Mart 2012 Perşembe

Kaç Yüz Milyon Dolarlık Adamsınız?


Hani hayaller kurulur ya bazen, şu kadar param olsa, neler yapardım! Off hele bu kadar olsa, neler neler yapardım! Konuşulur ya böyle…

Üstünkörü konuşmak yerine, masaya yatırdık konuyu bir arkadaşımla, Forbes’un zenginler listesini açıklamasından aldığımız gazla. “Kadınlar harcayamaz ki” dedi arkadaşım, “Ne yapardın ki sen ev araba falan almak dışında?”

Bugünden bilemezsiniz nereye ne kadar harcayacağınızı. Hayal gücünüz sınırlıdır. Sayarsınız ezberlenmiş bir iki şey, hemen arkasından, kurduğunuz hayallerden utanır,bir anda hayırsever olup çıkarsınız. “Bir kere servetimin yarısıyla yoksul çocukların iyi eğitim alabileceği bir okul, yanına onlar için bir yurt, evsizler için başlarını sokacakları…” falan filan uzatır durursunuz.

Şu anki servetinizin onda birini ayırıyor musunuz ki hayır işlerine? Ya da maddi kısmını bırakın, huzurevi, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi bir yeri ziyaret ettiniz mi bir kerecik olsun hayatınızda?

Geçiniz!

Harcamaktan bahsediyoruz, hayır işlerinden veya fabrikalara, arsalara yatırım yapmaktan değil. Bunları da çıkardık hayal edebileceklerimiz listesinden. Yarışıyoruz bir taraftan, kim daha çok ve keyif alarak haracayabiliyorsa, onun daha çok parası olacak.

O: Önce kesin bir yalı alırım. Adam satmak istemezse, iki katını verir gene istediğim yalıyı alırım.

B: Öyle bir yalı yetmez bana, iki tane isterim ben, biri bu yakada, öteki karşıda. Birinden güneşin doğuşunu, diğerinden batışını seyrederim ruh halime göre. Bir tane de tepede alırım şöyle Boğaz’a nazır, hepsinin keyfi ayrı!

O: Evet bak, ben de alırım öyle tepede bir yer. New York’ta da alırım bir tane, diğer yerlerden almam, Avrupa’da çok güzel suite’ler var, her seferinde değişik bir yerde kalırım. Üç tane de araba alırım, yeter bana, fazlasıyla uğraşamam zaten.

B: Yaa sen mi uğraşacaksın, sana ne, al istediğin kadar. Ben her yıl dört beş tane alırım kesin. Bir de uçak alırım, ama öyle g.t kadar bir jet değil, sağlam bir şey, uzun menzilli. Bir de yat, ama “superyacht”, en büyüğünden, en az 50-60 kişi çalışsın. Kahvemi köylü güzeli kostümlüsü, viskimi uzun çizmelisi getirsin.

O: Yok, bana küçük bir uçak, bir de tekne yeter, uğraşamam vergisiyle falan. Hem o kadar adam da istemem etrafımda.

“Commercial” uçacak uzak yerlere, yerle bir edecek oluşturmayı bile beceremediği imajı! Kısır kısır gidiyor, sinirimi bozuyor herif, açık ara öndeyim. Bu arada, bu adamın parası, malı mülkü benden çok haa! Böyle böyle zengin oldu demek ki. Neyse, ben devam ediyorum harcamaya, o vergiydi boktu püsürdü düşünürken.

B: Özel partiler veririm festivallerde. Cannes’da, Berlin’de, Oscar zamanı Los Angeles’ta. Öyle partiler veririm ki, herkes orada olur Jenniferlar’ından tut, Trump’ına kadar!

O: Yok ben uğraşamam öyle işlerle, sevmem zaten. Gezerim ama, “full” seyahat ederim. En güzel yerlerde kalırım, o suite’lerin gecesi 5.000 dolar falan. Bir de adamım olur bütün bu işlerle ilgilenen. O da beni kazıklar kesin, ama olsun!

Üç sıfırlı meblağlarda sıkışıp kaldı adam. Ne yapsam olmuyor.

B: Yedi sekiz tane de klüp açarım. Farklı farklı, biri büyük bir yer olur, biri “cosy”, biri, ne bileyim, “after hour” bir yer olabilir mesela. Haa, bu klüplere girebilmek için crystal club gibi bir klüp kurarım, sadece onlar girebilir. Haftada bir iki parti yaparım oralarda. Keyfime göre de hangisine istersem ona giderim.

O: Aa bak o güzel fikir, ben severim öyle gezmeyi. Bi’ de tokalaya tokalaya bahşiş veririm önüme gelene Araplar gibi! Severim zaten bahşiş vermeyi, herkesi tokalarım, oraya gelenleri falan da.

Hah! Yola geliyor mu ne?

O: Partiler olur böyle, sadece üyeler gelir, içkiyi de ucuz tutarsın, 10 lira olur, amaç para kazanmak değil, masrafı çıkarmak.

Yok, bana öyle geliyor!

Başlangıçta 100 milyon yeter bana demişti. İki katını ödeyip yalı alacak, uçak alacak, üç araba alacak, orada burada evler alacak, hepsini yazmıyorum maliyeden gören olur diye… Benim zorlamamla yükseltti çıtayı: “Bak abi, şimdi bu kadar malın mülkün var, buralarda çalışan adamların olacak, “vergiler” olacak, buna göre bir hayat yaşaman gerekecek, deli gibi harcaman olacak, gel 200 yapalım şunu!” Önünde hesap makinesi, tık tık tık o paranın faizini hesapladı, kabul etti neyse ki!

Ben klasman değiştirdim bu arada!  Bir kere, iki katı 100 milyonun içinde olan bir yalıyla işim olmaz. O parayı Oscar gecesi harcarım ben, yetmez bile belki. Neden davet ettiğim herkesi evinden aldırmayayım ki? Ne limo’su be? Özel jetlerle! O küçük olanlardan. Vizyonum dar hala, para elime geçince daha iyisini düşünebilirim.  Sonra partilerdeki katı, sıvı ve toz ikramlar… Yekun tutar! 

B: Bir kaç düzine çocuk evlat edinirim belki, Paddox, Max, Sahara… Önce lady okullarına, oradan Gentleman Club’lara gitsinler, büyüyüp şanımı yürütsünler diye.

Eğitim masraflarını düşünüyor bizimki. Dayanamıyor, yatırıma girdi girecek! Vergiler, müfettişler, emrinde çalışanların yönetimi, kim kazıkladı, kim tokatladı derken iyice huzuru kaçıyor. Morali bozuluyor resmen ve nihai kararı veriyorum.

B: Bak abi, sen 50 milyon doları al. Ben bütün bu dediklerimi yapayım, sen hepsini seninmiş gibi kullan dilediğince. 

O: Yok olmaz, ikimizin de 200-200 olsun.

Anlamıyor adam, yetmiyor bana 200!

B: Olmaz abi, sen al şu 50’yi, kafan rahat uyursun. İstediğini yap diyorum sana, istersen birilerini gönder, al burası benim evim, git istediğin kadar kal de, o kadar senin yani!

O: Tadilat da yapabilecek miyim içinde?



6 Mart 2012 Salı

Kadınlar da Bıkmış Meğer


Yesho sana…

Kadınlar da bıkmış meğer, çoluk çocuktan, evden, kocadan… Şanslılarsa, çamaşır bulaşıktan değil de, evdeki “kadın”la uğraşmaktan…

Sadece erkeklere mahsus değil evden, evlilikten, çocuklardan kaçma hayalleri. Kadınlar da nefes almak istiyorlar sık sık, ama nerede o günler? Canı gibi sevdiği çocuklarını kime bırakıp da atacak kendini sokaklara? 
Babasına mı? Yok artık, daha neler! Her türlü ekrana kilitlenme konusunda dünyaya nam salmış birine nasıl çocuk emanet edilir ki? Kayınvalideye mi? Hah, tam adamı! Bir gece çocuklarla kaldı diyelim, kırk gün kırk gece lafını etmez mi? Anneannelerine mi? Onca zaman sonra annelik yapacağı tutmaz mı? “Yok kızım olmaz, bir başına, ne bu böyle!” demez mi?

Neyse ki bakıcıları var, onunla kalır çocuklar. Kalırlar tabii, neden olmasın, bir gece kalırlar. Ama kadının derdi, bir gece dışarı çıkmak değil ki! Kaçmak istiyor basbayağı evden! Üç beş gün yok olmak istiyor. Bir kerelik bir şey de değil, bunu ayda bir, en azından iki ayda bir yapabilmek istiyor.

Bunun yanında, arada bir çocukları bakıcıya, kocayı her nereye isterse oraya bırakıp geceleri de çıkmak istiyor. Keyfince içip sıçmak, kimseler ayıplamadan kusmak, rutine bağlamak istiyor kendine ayırdığı zamanları.

Bazıları beceriyor, çevreleri, onların da kendilerini bozma hakkı olduğuna inanan, desteklerini esirgemeyen insanlarla dolu olanlar yapabiliyor böyle şeyler. Koca, anne, kardeş, kayınvalide…

Çocukların büyümesi, kredinin bitmesi gibi şeyleri beklemek yerine, süregelen hayatın parçası kabul edip, bunlarla bir düzen kurmayı, bunlarla yaşamayı öğrenenler de, gönüllerince veya yetişebildiklerince yaşıyorlar hayatı, hiçbir şeyi kendilerine çok görmeden… Güzel bi’ şey!

Ama çoğu yapamıyor.
Tip 1
Alıp başını gitmek yerine, alıp başını gidene kızmak, daha büyük tatmin veriyor çoğuna! Bir ömür söylenmek dururken, kendine ayırdığı kısıtlı zamanı dilediği gibi değerlendirme fikri anlamsız geliyor, aklının ucundan bile geçmiyor hatta.

Evine, çocuğuna göstermesi gereken ilgiyi, kendine yöneltmenin vereceği muhtemel suçluluk duygusunu öyle bir kullanıyor ki! Önce altına girip bir güzel eziliyor, sonra katbekat büyüterek kendinden sektirip, kocasına yöneltiyor! Suçluluk duyacak hiçbir şey yapmadan hem de, kimseyi ihmal etmeden, kendini bir nebze olsun düşünmeden, sadece “duyabilirim” endişesiyle… Bu daha bir işine geliyor pek çok kadının. Çok ayıp bi’ şey! Hak ediyorlar işe, güce, eve gömülüp kalmayı.

Bazıları da var ki…
Tip 2
Hem çalışıp, hem çamaşır yıkıyorlar. Çocukların çamaşırları, kocanın çamaşırları… Çocuklarla da ilgileniyorlar yani, bakıcıları falan yok. Yapamıyorlarsa, bundan yapamıyorlar…

Yemek hazırlıyor, ev temizliyorlar. Kendileri temizliyor, “kadın”ları da yok. Süpürgenin de, yedek torbanın da yerini biliyorlar. Toz alıyor, yatak topluyorlar. 

Eğitimli kadınlar bunlar üstelik, mimarlar, doktorlar, danışmanlar… Her sabah çocukları okula bırakıp, işe gidiyor, vakti gelince alıp, eve dönüyorlar. Soğan doğrarken çocukların ödevlerini yaptırıyor, sofra kurarken, kocalarıyla şarap içip, sohbet ediyorlar…
  
Anneanne, babaanne falan da yok yakınlarda… Faturalardan arta kalan gelirlerini “babysitter”a veriyor, bir zamanlar (!) deli gibi aşık oldukları adamla, o günleri yad etmeye gidiyorlar fırsat buldukça. Veya arkadaşlarıyla o adamı çekiştirmeye… 

Ellerinde geldiğince vakit ayırıyorlar kendilerine, suçluluk duymadan. O kadar dolu ki hayatları, zamanları o kadar değerli ki, boş şeyleri kurup durup kafa ütülemiyorlar. Bıkmışlar ütünün her türlüsünden!

İşte bu kadınlar, gerçek eli öpülesi kadınlar, kaçacak delik aradıklarında, ne yapıp ne edip buluyorlar şikayet etmek yerine.

Yazık, çoğunuz anlamıyorsunuz bile neden bahsettiğimi! Hele de Tip 1’seniz, uydurdum zannediyorsunuz.

Her neyse, diyeceğim o ki, sadece erkeklere mahsus değil evden, evlilikten, çocuklardan kaçma hayalleri, kadınlar da bıkmış…