26 Ekim 2010 Salı

Kurumsal Adamın Ajandasında Aşk


İlk şok, defterinde gördüğüm, üzeri çizilmiş ve adım geçen nottu. “eceyi ara”. Aramıştı belli ki, “ips raporlarını iste”, “salı sunumunu tamamla”, “telekonferans” gibi, “eceyi ara”nın da üzeri çizilmişti. Verimli bir gündü belli ki, bütün işler tamamdı. Bu kadar işin arasında beni aramayı da unutmamıştı üstelik.
 “eceyi ara
Arkadaşlarıyla otururken, aslında başka bir şeye bakarken çıktı o not da karşımıza. Ben şaşırdım, o gerildi, arkadaşları gülmekle gülememek arasında gidip geldiler. Beni pek tanımıyorlar, onu ise çok iyi tanıyorlardı. O not aslında beni önemsediğini gösteriyordu onlar için. Ama karşılarında, adının üzeri çizilmiş bir kadın oturuyordu, az tanıdıkları…
Tek kurtarır yanı, notun çizilmiş olmasıydı aslında. En azından, notla da hatırlanıyor olsam, aranmıştım. Üstelik kısa zamanda ajandasına girmeyi başarmıştım. İyi bir şeydi belki de. Telefonda sürekli “ajandama bir bakayım, konuşalım” diyordu çünkü herkese. O ajandada “eceyi yemeğe götür” notu varsa, erteleyecekti belki telefonla konuştuğu kişiyle olan işini. Kim bilir…
Bir garip olmuştu birbirimizin hayatına girişimiz. Kurumsal adamla müteşebbis kadın! Her tarafı not olan, her işi düzenli olan, hayatı Excel tablolarıyla örülmüş,  5 gün işe gitmese arkasında bıraktığı notlar ve tablolarla bütün işleri kendiliğinden yürüyecek olan adamla, kullanmadığı ajandalarını renklerine göre sevdiklerine dağıtan, excel’i hesap makinesi olarak kullanan, yapması gereken işleri aklında tutan, aklında kaldığı kadarıyla yapan, unuttuğu işlerin ise zaten önemsiz olacağını düşünen ve iş hayatındaki 15 yılını da böyle bir düzen içinde, kendince  gayet  iyi yürüten, yeri geldiğinde para bile kazanabilen bir kadın!
Ve ben, bu kadar koşturmaca içinde, o kurumsal adamın ajandasına girmeyi başarmıştım.
eceyi ara
Önce şaşırdım, bozuldum, sonra ikna ettiler gururlandım. Yalnız kaldığımda ise düşünmeye başladım. Bir kurumsalın hayatına girmek onun ajandasına girmekten geçiyor olabilir miydi? Aylardır aynı evde yaşıyorken beni aramak için nota ihtiyaç duyuyor olması normal miydi? Ajandasına girmiş olmak hayatına girmiş olmak anlamına gelebilir miydi? Bu kurumsal adamlar hep böyle miydi? O ajandadan kaç kadın geçmişti? Hepsinin üzeri çizilmiş miydi? Hepsini aramış mıydı zamanında? Benden başka notu gören olmuş muydu? O son kızla o yüzden mi ayrılmışlardı? Kız bozulunca kendini affettirmek için “çiçek gönder” notu yazmış mıydı? Göndermiş miydi? Arıza çıkarmış olsam bana da gönderir miydi? Excel tablomuz da var mıydı? Grafiğe döküyor muydu bu rakamları? Renkli renkli grafiklere…
“Beni aramak için not alman gerekiyorsa arama daha iyi” dedim mi? Evet! Bunu söyledim, duramadım, sadece bu kadarını, ama hırlayarak değil, gülerek ve güldürerek…  Bana ağır gelen, not alması değil, beni aramasının hatırlaması gereken bir şey olduğunu düşünerek hareket etmesiydi.  Hayatında yeni bir stres vardı artık, “eceyi ara”. Ne demişti acaba aradığında? O aramada neler konuşmuştuk? Onları da not almış mıydı?
Yüzlerce soru dönüyordu kafamda. Kalemi kağıdı elime alıp, bunları belli bir düzen içinde sıralayıp, tek tek cevaplamanın zamanı gelmişti. Ama nasıl? Neye göre sıralayacaktım onca soruyu? Alfabetik mi, içerik mi? Bu konuda ondan yardım isteyebilirdim aslında. Nasıl bir düzen olmalı?
“Önce sana yeni bir ajanda ayarlayalım” derdi kesin. Sonra o notu gördüğüm güne ait sayfayı açardık. Ortamı hatırlatacak kısa bir giriş cümlesiyle başlardık işe; “Bir gün Burcu, Mert ve biz balkonda otururken…” “Biz” olmayı çok seviyorduk ikimiz de, ajandada o “biz”in yanına bir kalp koyardım ben hemen.
Bu konuyu hangi sebeplerle incelediğimizi yazmak için bir bölüm ayırırdık. Benim sonradan doldurmam için. Sorulara geçerdik sonra. Aklımdaki soruları ayrı bir kağıda yazardık, sıralayıp, düzene sokup, ilgili sayfaya “temize çekmem” için. Sorular bölümü boş kalırdı ajandada, müsvetteye yazardık.
Bana fikirler verirdi nasıl bir sıralama ölçütü kullanmam gerektiğini bulmama yardımcı olmak için. “Balık ver” diye bağırırdım ben, “hayır, tutmayı öğren” derdi. Bana düzen öğretmeye kalkardı bu yaşımdan sonra. Arada kahve, buzlu cola vs gibi bahanelerle kaçtığımda, konumuza hiç dokunmadan beklerdi beni. Hemen minimize edilmiş olan ppt dosyasını açar ve dönem toplantısında yapacağı sunuma cümleler eklerdi. Döndüğümde kaldığımız yerden devam ederdik eğitime. Soruları gördükçe gülerdi bana, dalga geçerdi… “Hayır, bunu değil, şunu sormalısın” derdi. Veya “böyle değil, şöyle sormalısın”… Sorularımı bile soramazdım gönlümce…
Yavaş yavaş sıkılıp, sindirmek için ben de onun üstüne gitmeye başlardım. “Kurumsalsın işte, bir şeyi sıralamadan bir iş beceremezsin!” Duymazdı ama beni, ajandaya bakardı, müsvettelere bakardı… Taslaklara! Ben de su dökerdim üzerine beni dinlesin diye. Ama bu aşamaya nasıl geldiğimizi anlamamış olacağı için boş boş bakar, “bu neydi şimdi?” diye sorardı.
O günü atlatmaya bakardım bir şekilde…  Unutur nasıl olsa derdim.
Ama ertesi gün yeni bir not görürdüm ajandasında. “ecenin soruları toparla” Onun soruları başlardı bu sefer; “Kategorilere ayırdın mı? İlk harfleri büyük yaptın mı? Kaç soru var, soruları sana anlattığım gibi sordun mu? Doğru sorular mı?”
Girmedim o işe… Baktım ki içinden çıkamayacağım, hiç bulaşmadım.
Not almış, beni aramış mı? Çizdiğine göre aramış.
Problem var mı? Yok!

**************************************************************************************
Bu yazıyı beğendiyseniz
Olmasaydım

Beğenmediyseniz
Başka blog'lara...