31 Aralık 2013 Salı

Yine Bir Yıla Girerken





31 Aralık 2014! Koskoca bir yılı geride bırakıp, bir yenisine giriyoruz, yine. Biraz buruk, çokça umutlu.  Eskinin defterini dürüp, yeniye, geleceğe, bizi bekleyen mucizevi güzelliklere bakmak istiyoruz. Geçirdiğimiz yılı, günahıyla sevabıyla rafa kaldırıp, gelecek olanın ışıltısını soluyoruz.

Evlenmek istiyor Meltem, koca istiyor yeni yıldan. “İrem Hanım da 27’sinde evlenmiş, 29’unda doğurmuş” diyor, doğru zamanda doğru şeyi istediğine ikna etmek için çevresindekileri. Ebru Hanım da 27’sinde evlendi, 28’inde boşandı. 30’unda tekrar evlendi, 32’de boşandı!

Görmüyoruz ters olanı kendimize yeni bir yıl çizerken, eski çizdiklerimizin de üzerini çiziyoruz bir kalemde. Yeni bir başlangıç yapıyoruz takvimden bir yaprak kopararak. Bu kadar kolay mı?

Duymuyoruz, durmuyoruz, planlıyoruz ince ince, yeni kararlar alıyoruz. Basit basit şeyler aslında bir çoğu, istesek, gerçekten istemiş olsak, biten yılda da yapmış olabileceğimiz. Kendimize, sevdiklerimize daha fazla zaman ayırmak, spora gitmek, kilo vermek, kitap okumak, yeni bir hobi edinmek, milletvekili olmak, parayı bulmak... Bir çoğu dedim, hepsi değil.
Yapmamışız ama, bir sonrakine bırakmışız nedense, yeni olana. Yılın karmaşası başlayıp da kış soğuğunda, sorumluluklar ve iş güçle birleşince, bir rehavet çökmüş hepimize. Yeni yılın kararlarını alıyoruz o yüzden artık, eskisini bir an önce silmek istiyoruz.

Neden? Hiçbirini mi gerçekleştiremedik planlarımızın, hayallerimizin? Hiç mi gülmedi yüzümüz? Hayır demek üzereyken kendi kendimize, aydınlanıyor yüzümüz bir an, eh, belki biraz...

Eskiye dönüp bakıyoruz tekrar, muhasebesini yapıyoruz biten yılın çarçabuk, öyle ya, yapmak lazım. Neler beklemiştik, ne kararlar almıştık 2014’le ilgili... Artık çok geç olsa da, yılın son günü olsa da bakıyoruz, yeni pişmanlıklara meydan vermemek için. Nerede hata yaptığımızı, nerede vazgeçtiğimizi, neyin bizi yıldırdığını bulmaya çalışıyoruz.
Saçma sapan mıydı kararlarımız? Gerçekte istemediğimiz şeyler miydi, başkalarına mı bağlıydı? Yetersiz miydi yoksa? Bakıyoruz geç de olsa...
Zamanda yolculuk hayal edilir ya bazen, sık sık konu olur filmlere, dizilere, zaman zaman günlük sohbetlere... İlk akla gelen, geleceğe gidip maç sonuçlarına, şanslı numaralara bakmak olur hani...
Geri dönüp düzeltmek, değiştirmek istediğimiz ne varsa gözden geçiririz de, yeni kararlar almanın, kıçımızı kaldırıp uygulamadığımız sürece, bize hiçbir şey kazandırmadığını görmeyiz. Piyangodadır gözümüz, ya da terk edip gidende, bazen büyük bir kayıpta, ya da hazin bir kaza...
O yüzden şimdiden bu satırlarda 31 Aralık 2014... Geleceği bugünden görmek mümkün belki. Mutluluğumuz, huzurumuz için bir şeyler istemeliyiz bu defa, gerçekten istediğimiz, aç kalmadan başarabileceğimiz şeyler...
Bir tek şu var aklımda, bu yıl, hiç istemediğim halde yapmak zorunda olduğum şeylerden birini çıkaracağım hayatımdan, belki iki olur... Ve çok istediğim bir şeyi gerçekleştireceğim, belki üç! Hangisi olduğunu ise zaman gösterecek, bugün değil. Belki beklemediğim bir fırsat çıkacak karşıma, kim bilir... 
Bugünden kısıtlamayacağım kendimi uzun lafın kısası. Belki kurtulamayacağım evkaftaki memuriyetimden, neden ona takılıp kalayım? Belki devran dönecek, dünya önüme serilecek, neden sınırlı hayal gücümle onu istiyorum bunu istiyorum diye sıralayayım?
Yine bir yıl!

7 Haziran 2013 Cuma

Yarınki Gündem "Bir Grup Yavşak" Olursa?



“Koskoca bir milletle, alenen dalga geçen devletin başının bu rahatlığı nereden geliyor?” diye sormuştum geçen gün, şimdi anladım... Hala bu konuda yazıp çizen yokken, meydan boşken gözlemlerimi aktarayım istedim.

“Türk halkı böyledir. Kıçından donunu, ağzından lokmasını al, bir şey demez, değerlerine bir söz söyle, dünyayı yakar!” demişti bir arkadaşım. Ben de öyle hissediyordum ilk söylediğinde, değerlerine saldırılmasını kabul etmeyen bir halkın bireyi olduğum için son derece mutluydum.

Milletin tek vücut olmasından etkilenmiş, devletin başına, -hakaret yoluyla da olsa- bize damarlarımızdaki asil kanı hatırlattığı için, neredeyse minnet duymuştum. Dilden dile dolaşan Obama esprisini biliyorsunuzdur: Çok kızmış, “Biz bunları ayırmak için yıllardır uğraşıyoruz, sen hepsini bir gecede birleştirdin!”

Birleştik gerçekten. İstanbul gibi bir şehirde, her akşam iş çıkışı parka giden kalabalığın, her geçen gün büyüyerek, 30 Mayıs’ı başlangıç kabul edersek, sekizinci günü doldurması, ömrümüzde ikinci kez görebileceğimiz bir durum değildir, ben öyle tahmin ediyorum en azından.

Daha önce Beşiktaş, Dolmabahçe, Gümüşsuyu civarlarında “gerçek direnişçi”lerin arasında yer alan ben, dün Gezi Parkı’ndaydım. Bir musibet bin nasihatten iyi gerçekten, aklı başında arkadaşlarımın orada olduğunu biliyordum.

Adım atılmıyordu içeride, çoluğunu çocuğunu kapan gelmiş, tam bir bayram havası! Orkestralar, kandil simitleri, kitaplar... Ne güzel! Gerçekten güzel! Protesto kavgalı gürültülü olacak diye bir kural yok, değil mi?

**
Yeni gelen bir genç kız gözleri fal taşı gibi açılmış “Dışarıda Apo bayrağıyla slogan atıyorlar!” Günlerdir parkta yaşayan delikanlı, yanındaki sarışınla yaptığı sohbetin bölünmesinden biraz rahatsız “Hadi be! Nerede?” Delikanlı sakız ağaçlarının gölgesinde yatmayı sevmiş, belli, iki metre ötede olan bitenden haberi yok.

Olabilir, o delikanlı ve yüzlercesi, Türk milleti için artık bir sembol olan o parkta oturmayı kendine görev edinmiş olabilir. Ama yüz değil, binler oturuyor orada. En azından bir kısmının, direniş, devrim, örgüt gibi kelimeleri, Gezi Parkı olaylarından önce de duymuş ve bu tür eylemlerin nerelere varabileceğini görmüş kişilerin, sakız ağaçlarının gölgesinde oturmaktan çok daha fazlası yapabileceklerine inanıyorum ben.

Devletin başı rahat, çünkü sosyalleşiyoruz biz parkta. Geri kalanımız da sosyal medyadan takip ediyor. Facebook ve twitter’daki paylaşım bombardımanı o kadar yoğun ki, okuyacak vakti ancak buluyor, doğru mudur, değil midir bakmadan paylaşıveriyoruz anında. Sayfa beğendiriyoruz birbirimize, aralarında politik sayfalar, içinde genç, örgüt, birlik kelimeleri geçen yapılar var. İki gün öncesine kadar apolitik olan biz sosyal Türkler, açıklama bölümünde siyasi kuruluş yazan bir sayfayı, hiç  düşünmeden “like” ediyoruz! Yahu, ne zaman kat ettik bunca yolu? Bir bilene sorduk mu, bir google’a sorduk mu? Yok, vakit yok kaçıyor!

Devletin başı rahat, çünkü sevdik biz yeni oyuncaklarımızı.
Gümüşsuyu’na inmeyin: Hadi millet Gümüşsuyu’na!
Sosyal medya bela: Arkadaşlar mümkün olduğunca çok paylaşalım!
Kışlayı da yaparım, kavşağı da: Eh o zaman biraz daha oturalım burada!
Polis, TOMA: Kutu oyunu misali, stratejimizi belirleyelim, kendimizi koruyalım, polislere günlerini gösterelim!
Bir grup çapulcu: Çapulcuyum, çapulcusun, çapulcu!

Yarınki gündem “bir grup yavşak” olursa, kim bilir ne yasalar geçer apar topar meclisten...




4 Haziran 2013 Salı

Uyandıysak Bi’ Zahmet Yataktan da Çıkalım Artık


Korkuyorum, kızıyorum, çünkü konu, ağaç olmaktan çıkığı gibi, Türk Milleti’nin, demokrasi için, barışçıl oturma eylemi olmaktan da çıkmış görünüyor. 

Dün gördüklerim, dün yaşadıklarım... Hala ellerim titriyor, mecazi anlamda değil, şu anda, dün yaşadığım korkudan 15 saat sonra, yazmaya ara verip “Gerçekten titriyor mu?” diye ellerime baktığımda, evet, gerçekten titriyor!
**
Dün saat 21:15 civarında Beşiktaş’taydık. Ortalık polis kaynıyordu, bir tarafta çevik kuvvet, bir tarafta kısa kollu mavi gömlekleri ve ceplerinin üzerinde ay yıldızlı armalarıyla, maskesiz, copsuz, kasksız asayiş ekipleri, gencecik çocuklar... Aralarından geçip gittik, ilgilenmediler bile... O sırada herhangi bir olay yoktu, polis sadece halka dağılmasını söylüyordu ve bunun için belirli bir süre vermişlerdi.

Dün o saatlerde Beşiktaş’ta, ne için orada olduklarını bile bilmeyen, gaza gelmiş, bilinçsiz bir grup insan vardı! Çarşı orada değildi, aslına bakarsanız Çarşı, dün hiçbir yerde yoktu, belki ben görmedim, bilmiyorum.

Biz Cuma gecesi de Beşiktaş’taydık, çünkü Taksim’e giden yol kapatılmıştı, ilerleyemiyorduk. Ama dün orada biriken insanların, protesto için Gezi Parkı’na, Taksim Meydanı’na gitmelerinin önünde hiçbir engel yoktu!

Parka çıkarken yolda ters çevrilmiş ve sprey boya ile kaplanmış arabalar gördüm, camları kırılmış belediye otobüsleri, Taksim’de yakılmış bir TOMA... Televizyonda gördüğümüz, başka ülkelerde olmasına alıştığımız, kınadığımız görüntüler. Burası benim ülkem olamaz dedim her seferinde, üzüldüm, çok utandım!

Gezi’nin içi sakindi, otellerin önü de... Havada bir gaz kokusu vardı ara sıra artan, tepede de bir helikopter. Ama park ve çevresine fişek atıldığını görmedim. Sonra meydana yürüdük ve AKM’nin önünde oturduk. Buradaki manzara parktakinden farklıydı. Yine kavga gürültü yok, fişek yok. Ama AKM’nin üzerinde adını bilmediğimiz “parti”lerin devasa afişleri, etrafta daha önce duymadığımız türküler söyleyen, sloganlar atan, neredeyse tek tip kıyafetli insanlar, olur olmaz söylemler...

Gezi Parkı’nda oturan “eylemcilerin”, dikkatinizi çekerim, gösterici, eylemci diye bahsediyor oradaki halktan, olayları ekranlarına taşıyan kanallar bile... “Eylemciler AKM’ye pankart astı” haberleri gördüm, AKM’nin dün geceye ait bir fotoğrafını ararken. Parkta oturan şortlu gençlerin hiçbiri, binayı talana gelmiş olan, onlarca ne idüğü belirsiz hurdacının arasından geçip, tepesinden aşağı afiş sallandıramaz!

Sonra Gümüşsuyu’na geçtik. Orada da bekleyen bir grup vardı. Ne bekledikleri artık hepimizin malumu; olay çıksın, gaz atılsın! Herkes barikat yapıyor... Niçin? Polis Gezi’ye girmiyor ki, ufak ufak gazlıyor sadece, ama milletin beyni şimdiden hasar görmeye başlamış, belli ki benimki de!
**
“Şu barikata bir taş da siz koyun!” diyen ses, hele de bir kadına aitse, o barikatın ne şekilde yapılması gerektiğini gayet iyi biliyor ve ağzından “mevzi” gibi laflar çıkıyorsa, normal bir beyin, koşarak oradan uzaklaşır ve yanına gitmeye korktuğu polise, telefonla da olsa ulaşır. Gazlı bir beyin ise, daha neler söyleyebileceğini, ne kadar ileri gidebileceğini, etraftakilerin tepki verip vermeyeceğini merak edip, bekler!

Bizim polisimiz -her ne kadar şu anda aramızda kara kedi dolaşsa da, bizim polisimiz onlar- aptal değil, beceriksiz, tecrübesiz değil! Çevik dediğimiz kuvvetler, yıllardır bu güçlerle mücadele ediyor! Biz ve diğer aklı kıtlar, iki taraftan cadde boyunca ilerleyen TOMA’lara salak salak bakarken, işte o sosyal medyada görüntüleri paylaşılan Gümüşsuyu sahnesinin tam ortasında kaldık! Buradan sonrası ise, en baba kanal bile vermiyor, benim diyen gazete yazmıyorsa, bir bildikleri vardır!

Diyeceğim o ki, Gezi Parkı’ndaki insanların, kafalarını önlerindeki karpuzdan kaldırıp, çevrelerinde olan bitene bakmaları lazım.

Bu fırsatçı gruplar ortalıkta gerine gerine dolaşırken, emniyet güçlerinin bunların peşine düşmesi, parkta oturan halkı koruması gerekmez mi? Bugün naralar atan, halkı dolduruşa getiren, bir taş da sen koy diyerek, utanmadan senden benden yardım isteyen bu insanların niyeti belli değil mi? Bunu ben bile görüyorsam, büyüklerimiz, devletimizin başındakiler görmüyor, bilmiyor mu?
**
Hükümet meydanı millete bıraktı sanıyor bir çoğumuz.
Hayır, millet fark etmeden, hükümetse bilerek, meydanı boş bıraktı!
Politikacılar doğru zamanı bekliyor, “halkız biz” dedi, meydanı boş bıraktı!
Üniversitelerdeki hocalarımız, akademisyenlerimiz; tarihçilerimiz, toplumbilimcilerimiz, orada oturan gencecik çocukları yalnız bıraktı!

Hepsi bir araya toplanmışken, neden gidip aydınlatmıyorsunuz? Neden bilgilendirmiyorsunuz? Adı “workshop” olan her şeyi dinlemek için sıraya girecek beyaz yakalılar, girişimciler var orada. Sonuna üç rakam eklediniz mi onlara dahil olacak öğrenciler... Workshop 101! Neden yapmıyorsunuz? Aklınıza mı gelmiyor, yoksa çözüm olmayacağından mı? O zaman neden doğru yolu bulup, bana, orada bekleyen iyi niyetli gençlere göstermiyorsunuz? Geçmişte, çevre ülkelerde benzer olaylar yaşanmadı mı? Neden hatırlatmıyorsunuz, örnekler vermiyorsunuz? Tencere tava hep aynı hava diyerek, koskoca bir milletle alenen dalga geçen devletin başının bu rahatlığı nereden geliyor, neden anlatmıyorsunuz?

Uyandık falan diyoruz da, sabah mahmurluğunu üzerimizden atamadık hala!

3 Haziran 2013 Pazartesi

Bu Devlet Birdir, O da Milletindir!



Bugün, bütün öğretmenlerin okullarına gidip, “Çapulcu ne demek?” diye soran öğrencilerine, cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin ne olduğunu anlatmaları gereken gündür!
***

Ben, bugüne kadar hiçbir yürüyüşe, eyleme katılmamış ve üç gündür sokaklarda sabahlayan, binlerce, yüzbinlerce “apolitik” Türk’ten biri olarak, gaz solumaya gidiyorsam bunun bir sebebi var: uyku tutmuyor!

Sosyal medyada tatil fotoğraflarını paylaşan, blog’unda ilişkilere bulaşan, vodka’yı tonikle içen, 13 pont sivri topuklarla keklik gibi sekerek yürüyen ben, gözümde deniz gözlüğü, sırt çantamda sulandırılmış mide ilacıyla, gaza gidiyorsam, bunun bir sebebi var: benim paylaştıklarımı okuyan “arkadaşlarım” yazdıklarımın doğru olduğunu biliyor, beni arıyor, bana soruyor! İlkokul öğretmenim benim yazdıklarımı okuyup, okuttuğunda, göğsüm kabarıyor!

Ben bir kişi çıkıp 20 kişiye ulaşabildiysem, o 20 kişi de, kendi 20’sine ulaşacak. Hala evinde oturan çok insan var. Hepimiz çıkıp o havayı solumak zorundayız, o insanları görmek... Hayır, o insanlardan biri olmak zorundayız, bir kereliğine bile olsa.

Bugün de gideceğim, gerekirse yarın da... Ama bu yeterli değil, konu, Taksim’de, Beşiktaş’ta toplanıp gaza gelmek değil! Konu, meydana çıktın, çıkmadın meselesi de değil. Konu o sesi duymak, o sesin sahibi olmak.

Meydanlarda insanlar sloganlar atıyorlar, “Sık bakalım, sık bakalım...”, iş bu kadar basit değil. Herkes bağırıyor, “Hükümet istifa!” Daha neler söylüyorlar, ben de söylüyorum, ben de bağırıyorum. Ama bu yeterli değil.

Çapulcu diyor devletin başı bize, ayyaş diyor, ağzı olan konuşuyor diyor... Bu devlet birdir, o da milletindir! Kimse çıkıp bizi aşağılayamaz, kimse bize alkolik diyemez, hele de devletin başına çöreklenenler, asla!

İki gün önce de aynı şeyi söylüyordum, şimdi de söyleyeceğim: Ben bu işleri bilmiyorum, devlet nasıl yönetilir, hükümet nasıl istifa ettirilir, hak hukuk nedir, nasıl korunur bilmiyorum. Ama sokaklarda bağıran millet bunu istiyor. O zaman, öğrenmemiz lazım.

Tutun ki çıktı istifa etti, varsayın dönmedi gittiği yerden, ne yapacağız? Elimizde bayraklar şak şak alkış mı tutacağız marşlar söyleyerek? Yapalım tabii, hakkımız... Ya sonra? Kaldığımız yerden şimdiki muhalefete, gelecekteki iktidara saydırmaya başlayacağız bu sefer, enflasyon yükseldi, borsa düştü, belediyeler tembelleşti, kardan yollar kapandı, işsizlik arttı! Ee? Ne yapmış olacağız o zaman? Koskoca bir hiç!

Bu işler, sık sık tekrar ediyorum, bilmeden yazıyorum, o yüzden öğrenmemiz lazım diyorum, bu işler önce hukukla, sonra siyasetle çözülecek. “Apolitik” olmak “havalı” değil artık, silkelenmemiz lazım.

“Parti mi kuracağız?” diye sordum bir arkadaşıma. Dedi ki, “Zamanında melek gibi adam kurdu da ne oldu? Yeniler sadece eskiye zarar verir! Değerlerimiz eskiler, sahip çıkacağız! Atatürk’ün partisi bu yahu! Biz bıraktık bu adamlara bu partiyi, önce babalarımız, şimdi biz!”

Benim babam uğraştı Allah için, halam da... Bir ucundan tutmaya çalıştılar, olmadı. Yeterince politik davranamadılar, ya da yeterince güçlü değillerdi, hatırlamıyorum, küçüktüm. Şimdi büyüdüm, ve gördüm ki, Ata’mızın kurduğu partiyi, bugün artık beğenmiyorsak, cak cuk etmek yerine, içine girip düzeltmemiz lazım.

Bu artık sosyal medya işi değil, iki satır yazılıp paylaşılacak iş değil... 
Yolunu yordamını bilenlerden öğrenip, ben de çevremdekilere öğreteceğim. Az buz adam yok etrafımda... 


Ece Buyurgan

31 Mayıs 2013 Cuma

Bu Bi' Sıkımlık Bir Hikaye Değildir!



Atatürk’ü seven 80 milyon kişi aramaktan vazgeçin artık!

Bize vatanını seven iki üç yüz kişi lazım sadece!
Vatanını gerçekten seven, Türk’üm diyen birkaç yüz kişi…

Bu cumhuriyet, sosyal medyada çığırtkanlık yaparak kurulmadı!
Bu cumhuriyet, Atatürk’ü seven 80 milyon kişiyle de kurulmadı!

Dişle, tırnakla kuruldu bu cumhuriyet, inançla kuruldu.
İleri görüşlü bir lider çıktı, aydınları topladı, planladı, düşündü taşındı, tartıştı ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu!

Sonra ne mi yaptı? Bize emanet etti!
Peki biz kimiz?
“Ey Türk Gençliği”yiz… Nereden biliyoruz? Yıllar önce her sabah bizi sınıflarımızda karşılayan hitabeden, bağıra bağıra söylediğimiz andımızdan… Yüreğimize, beynimize kazınan cümlelerden…

Maalesef o “Türk Gençliği”, okullarda, tören salonlarında kaldı… O “Türk Gençliği”, ben yaşlandım dedi geri çekildi, o “Türk Gençliği”, ben para kazanayım da nasıl olsa biri çıkar bu işlere bakar dedi…

Baktı da… Bakıyor hala birileri bu işlere, kendi bildiği gibi bakıyor, biz de o birilerine bakıp duruyoruz oturduğumuz yerden, hiçbir şey yapmıyoruz, kılımızı bile kıpırdatmıyoruz!

Şikayet edip söylenmekten, ona buna bok atmaktan başka bir şey yapmıyoruz, ha tabii, bir de tweet!

En karşı çıkanımız ne yapıyor?
Gidip Gezi Parkı’nda ağaçları koruyor?
Peki ağaçları mı koruyorlar gerçekten?

Hayır! Onlar, şu anda ve günlerdir Gezi Parkı’nda biber gazıyla beslenenler, demokrasiyi korumaya çalışıyorlar! Ben yaptım oldu zihniyetine karşı çıkıyorlar! Çığlıklar atıyorlar oturdukları yerde, birileri bu gidişe dur desin diye!

Yanlış anlaşılmasın, ne sosyal medyada yapılan çağrılara, paylaşımlara, ne de Gezi Park’ında toplanan eylemcilere karşıyım, olamam da!

Herkes elinden geleni, kendi bildiği gibi yapıyor. O paylaşımlar olmasa, o gazdan astım krizlerine girenler, yüzleri gözleri şişenler, tazyikli suyla oradan oraya savrulanlar olmasa, ben rahat ofisimde oturup yaz planları yapmaya devam edecektim bir çoğunuz gibi! Bodrum’a mı gidelim, Fethiye’ye mi? Hepinizde bu sorunun bir cevabı olduğundan eminim! Ben Bordum’dayım mesela…

Düzenimizi bozmayalım, arada bir iki söylenelim, şikayet edelim ki ilgisiz görünmeyelim! Kimden şikayet ediyoruz peki? Karşı çıktığımız onca şey olup biterken, oturduğumuz yerde, kimden, neden şikayet ediyoruz?

Hükümetten mi?  Niçin? Doğru bildiklerini yaptıkları için mi? Beğenmiyor muyuz o doğruları? Madem öyle, siz gidin artık diyebiliyor muyuz bugünkü yönetime? Hayır!
Neden? Çünkü hepimizin bir işi var devlet kapısında halletmesi gereken! Devlet bu yahu, başımızdan eksik olmasın dediğimiz devlet!

Şikayet ettiğimiz, genel anlamda devlet değil, sadece bugünkü yönetim mi diyorsunuz? Tabii, o zaman durum farklı!

Peki o zaman ne yapıyoruz?
Hemen bir günah keçisi buluyoruz ve Kemal Kılıçdaroğlu’na bok atmaya başlıyoruz acilen! Beceriksizmiş, cibiliyetsizmiş!

“Ey Türk Gençliği!”
Kimse üzerine alınmıyor biliyorum ama, atıp tutmakla olmaz bu işler, birilerini günah keçisi yapmakla, Kemal Kılıçdaroğlu’nu suçlamakla olmaz! Kemal Kılıçdaroğlu bu ülkeyi yönetecek adam olmadığı gibi, yönetenlere muhalafet yapabilecek bir kişilik de değildir!

Kemal Kılıçdaroğlu, belediye seçimlerine aday olup, kendini sevdirmiş, adaylığı döneminde yandan yandan, ufak ufak, ona buna verip veriştirmiş, iyi huylu, temiz kalpli, dürüst bir memurdur! İyi huylu adamdan politikacı olmaz! Temiz kalpli, dürüst politikacı olmaz! Kemal Kılıçdaroğlu politikacı değildir, memurdur. Bunu kendisinin de bildiğinden adım gibi eminim!

Ne yapsın Kemal Kılıçdaroğlu? Bırakıp gitsin mi? Gitsin, tamam! Kime bırakacak peki meydanı? Var mı yerine geçecek biri? Bilindik isimlerden, günümüz siyasetçilerinden bahsetmiyorum, size soruyorum… Var mı ortaya çıkıp, ben bu memleketi gerektiği gibi yönetirim, bu cumhuriyete sahip çıkarım diyen bir baba yiğit? Yok mu? Hadi siz yapamazsınız diyelim, çevrenizde de mi yok?

Benim var! Eminim sizin de var! Bir, üç beş kişi mutlaka var...

Ama ne yapıyoruz biz ve o üç beş kişi? Pazarlama dâhisi olmaya çalışıyoruz dijital ortamlarda... Takipçi artırmaya, karmaşık cümlelerle kafa karıştırıp ürün sattırmaya çalışıyoruz. Bir çoğumuz üretmiyor bile artık, sadece olanı pazarlamakla meşgulüz! Kurumsal ortamlara yakışacak kıyafetler alıp, Boğaz’a nazır barlarda içkilerimizi yudumluyoruz bir şeylerden şikayet ederek! Kafalar güzelleşene kadar o da...

Amerika’ya yerleşme planları yapıyoruz bir de, çocuklarımızı başka memleketlerde doğuruyoruz her ihtimale karşı!

Şimdi karıştırın şöyle bir facebook hesabınızı, linkedIn bağlantılarınıza bakın, yerinizden kalkmıyorsanız, en azından bunu yapın! 80 milyon kişiden biri olmaktan vazgeçin artık! Etrafınızdaki birlere odaklanın! İki üç yüz kişi lazım sadece, vatanını gerçekten seven, Türk’üm diyen birkaç yüz kişi…

80 milyonu tanıyan sosyologlar, tarihçiler lazım cumhuriyete sahip çıkmak için... Toplumu tanıyan, geleneklerimizi, tarihimizi, kültürümüzü bilen aydınlar, eğitmenler...

Onlara hitap edebilecek, ağzı laf yapan politikacılar lazım sonra, az dürüst, çokça yalancı, ama kesinlikle laik ve vatansever... Yanlarında iyi ekonomistler, iyi hukukçular, yöneticiler... Yeni siyasi partiler, koltuk sevdası olmayan, bireysel çıkarların ikinci planda kalacağı (olmayacağı demiyorum!), Türkiye Cumhuriyeti’nin her şeyden üstün tutulacağı yapılar...

Neyi nasıl söyleyeceğini bilen reklamcılar, hedef kitleyi belirleyip ona uygun stratejiler geliştiren pazarlamacılar, her türlü ürüne mükemmel ambalajlar hazırlayan, içindeki zararlı maddeleri 5 punto ile yazan tasarımcılar lazım...
Bu kez gofret için değil, millet için!

Atıp tutmayayım, ben bilmiyorum bu işleri... Bir devlet kimlerle yönetilir bilmiyorum, ne lazımdır, ne değildir bilmiyorum...

Burada yazdıklarımı çıkıp bir yerde söylesem, iki soruyla alt ederler beni... Biri çıkıp dese ki, kızım konuşuyorsun da, şunu şunu bilmeden konuşuyorsun! Evet bilmiyorum, o yüzden ortaya çıkıp bu devleti adam gibi yönetirim demiyorum! Ne devlet yönetiminden anlarım, ne politikadan, ne tarihimizi bilirim adam gibi, ne de diğer ülkelerle ilişkileri, dış politikaları...

Ama bilen, anlayan insanlar tanıyorum, arkadaşım olan aydınlar! Korkum şu ki, bunu okuduklarında “Kızım manyak mısın sen?” diyecekler bana, en yakınımdakiler bile! “Memleketi sen mi kurtaracaksın?” diye soracaklar.
Evet, ben kurtaracağım! O akıllı dediğim, aydın bildiğim, güvendiğim, becerikli, nitelikli adamları tek tek bulup çıkararak başlayacağım oturdukları delikten.

Kendime çok güvendiğimden, bir ot zannettiğimden değil! Buraya Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ekleyip eklememe konusunda tereddüt ettiğimden, “acaba suç mudur” dediğimden!