31 Mayıs 2013 Cuma

Bu Bi' Sıkımlık Bir Hikaye Değildir!



Atatürk’ü seven 80 milyon kişi aramaktan vazgeçin artık!

Bize vatanını seven iki üç yüz kişi lazım sadece!
Vatanını gerçekten seven, Türk’üm diyen birkaç yüz kişi…

Bu cumhuriyet, sosyal medyada çığırtkanlık yaparak kurulmadı!
Bu cumhuriyet, Atatürk’ü seven 80 milyon kişiyle de kurulmadı!

Dişle, tırnakla kuruldu bu cumhuriyet, inançla kuruldu.
İleri görüşlü bir lider çıktı, aydınları topladı, planladı, düşündü taşındı, tartıştı ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu!

Sonra ne mi yaptı? Bize emanet etti!
Peki biz kimiz?
“Ey Türk Gençliği”yiz… Nereden biliyoruz? Yıllar önce her sabah bizi sınıflarımızda karşılayan hitabeden, bağıra bağıra söylediğimiz andımızdan… Yüreğimize, beynimize kazınan cümlelerden…

Maalesef o “Türk Gençliği”, okullarda, tören salonlarında kaldı… O “Türk Gençliği”, ben yaşlandım dedi geri çekildi, o “Türk Gençliği”, ben para kazanayım da nasıl olsa biri çıkar bu işlere bakar dedi…

Baktı da… Bakıyor hala birileri bu işlere, kendi bildiği gibi bakıyor, biz de o birilerine bakıp duruyoruz oturduğumuz yerden, hiçbir şey yapmıyoruz, kılımızı bile kıpırdatmıyoruz!

Şikayet edip söylenmekten, ona buna bok atmaktan başka bir şey yapmıyoruz, ha tabii, bir de tweet!

En karşı çıkanımız ne yapıyor?
Gidip Gezi Parkı’nda ağaçları koruyor?
Peki ağaçları mı koruyorlar gerçekten?

Hayır! Onlar, şu anda ve günlerdir Gezi Parkı’nda biber gazıyla beslenenler, demokrasiyi korumaya çalışıyorlar! Ben yaptım oldu zihniyetine karşı çıkıyorlar! Çığlıklar atıyorlar oturdukları yerde, birileri bu gidişe dur desin diye!

Yanlış anlaşılmasın, ne sosyal medyada yapılan çağrılara, paylaşımlara, ne de Gezi Park’ında toplanan eylemcilere karşıyım, olamam da!

Herkes elinden geleni, kendi bildiği gibi yapıyor. O paylaşımlar olmasa, o gazdan astım krizlerine girenler, yüzleri gözleri şişenler, tazyikli suyla oradan oraya savrulanlar olmasa, ben rahat ofisimde oturup yaz planları yapmaya devam edecektim bir çoğunuz gibi! Bodrum’a mı gidelim, Fethiye’ye mi? Hepinizde bu sorunun bir cevabı olduğundan eminim! Ben Bordum’dayım mesela…

Düzenimizi bozmayalım, arada bir iki söylenelim, şikayet edelim ki ilgisiz görünmeyelim! Kimden şikayet ediyoruz peki? Karşı çıktığımız onca şey olup biterken, oturduğumuz yerde, kimden, neden şikayet ediyoruz?

Hükümetten mi?  Niçin? Doğru bildiklerini yaptıkları için mi? Beğenmiyor muyuz o doğruları? Madem öyle, siz gidin artık diyebiliyor muyuz bugünkü yönetime? Hayır!
Neden? Çünkü hepimizin bir işi var devlet kapısında halletmesi gereken! Devlet bu yahu, başımızdan eksik olmasın dediğimiz devlet!

Şikayet ettiğimiz, genel anlamda devlet değil, sadece bugünkü yönetim mi diyorsunuz? Tabii, o zaman durum farklı!

Peki o zaman ne yapıyoruz?
Hemen bir günah keçisi buluyoruz ve Kemal Kılıçdaroğlu’na bok atmaya başlıyoruz acilen! Beceriksizmiş, cibiliyetsizmiş!

“Ey Türk Gençliği!”
Kimse üzerine alınmıyor biliyorum ama, atıp tutmakla olmaz bu işler, birilerini günah keçisi yapmakla, Kemal Kılıçdaroğlu’nu suçlamakla olmaz! Kemal Kılıçdaroğlu bu ülkeyi yönetecek adam olmadığı gibi, yönetenlere muhalafet yapabilecek bir kişilik de değildir!

Kemal Kılıçdaroğlu, belediye seçimlerine aday olup, kendini sevdirmiş, adaylığı döneminde yandan yandan, ufak ufak, ona buna verip veriştirmiş, iyi huylu, temiz kalpli, dürüst bir memurdur! İyi huylu adamdan politikacı olmaz! Temiz kalpli, dürüst politikacı olmaz! Kemal Kılıçdaroğlu politikacı değildir, memurdur. Bunu kendisinin de bildiğinden adım gibi eminim!

Ne yapsın Kemal Kılıçdaroğlu? Bırakıp gitsin mi? Gitsin, tamam! Kime bırakacak peki meydanı? Var mı yerine geçecek biri? Bilindik isimlerden, günümüz siyasetçilerinden bahsetmiyorum, size soruyorum… Var mı ortaya çıkıp, ben bu memleketi gerektiği gibi yönetirim, bu cumhuriyete sahip çıkarım diyen bir baba yiğit? Yok mu? Hadi siz yapamazsınız diyelim, çevrenizde de mi yok?

Benim var! Eminim sizin de var! Bir, üç beş kişi mutlaka var...

Ama ne yapıyoruz biz ve o üç beş kişi? Pazarlama dâhisi olmaya çalışıyoruz dijital ortamlarda... Takipçi artırmaya, karmaşık cümlelerle kafa karıştırıp ürün sattırmaya çalışıyoruz. Bir çoğumuz üretmiyor bile artık, sadece olanı pazarlamakla meşgulüz! Kurumsal ortamlara yakışacak kıyafetler alıp, Boğaz’a nazır barlarda içkilerimizi yudumluyoruz bir şeylerden şikayet ederek! Kafalar güzelleşene kadar o da...

Amerika’ya yerleşme planları yapıyoruz bir de, çocuklarımızı başka memleketlerde doğuruyoruz her ihtimale karşı!

Şimdi karıştırın şöyle bir facebook hesabınızı, linkedIn bağlantılarınıza bakın, yerinizden kalkmıyorsanız, en azından bunu yapın! 80 milyon kişiden biri olmaktan vazgeçin artık! Etrafınızdaki birlere odaklanın! İki üç yüz kişi lazım sadece, vatanını gerçekten seven, Türk’üm diyen birkaç yüz kişi…

80 milyonu tanıyan sosyologlar, tarihçiler lazım cumhuriyete sahip çıkmak için... Toplumu tanıyan, geleneklerimizi, tarihimizi, kültürümüzü bilen aydınlar, eğitmenler...

Onlara hitap edebilecek, ağzı laf yapan politikacılar lazım sonra, az dürüst, çokça yalancı, ama kesinlikle laik ve vatansever... Yanlarında iyi ekonomistler, iyi hukukçular, yöneticiler... Yeni siyasi partiler, koltuk sevdası olmayan, bireysel çıkarların ikinci planda kalacağı (olmayacağı demiyorum!), Türkiye Cumhuriyeti’nin her şeyden üstün tutulacağı yapılar...

Neyi nasıl söyleyeceğini bilen reklamcılar, hedef kitleyi belirleyip ona uygun stratejiler geliştiren pazarlamacılar, her türlü ürüne mükemmel ambalajlar hazırlayan, içindeki zararlı maddeleri 5 punto ile yazan tasarımcılar lazım...
Bu kez gofret için değil, millet için!

Atıp tutmayayım, ben bilmiyorum bu işleri... Bir devlet kimlerle yönetilir bilmiyorum, ne lazımdır, ne değildir bilmiyorum...

Burada yazdıklarımı çıkıp bir yerde söylesem, iki soruyla alt ederler beni... Biri çıkıp dese ki, kızım konuşuyorsun da, şunu şunu bilmeden konuşuyorsun! Evet bilmiyorum, o yüzden ortaya çıkıp bu devleti adam gibi yönetirim demiyorum! Ne devlet yönetiminden anlarım, ne politikadan, ne tarihimizi bilirim adam gibi, ne de diğer ülkelerle ilişkileri, dış politikaları...

Ama bilen, anlayan insanlar tanıyorum, arkadaşım olan aydınlar! Korkum şu ki, bunu okuduklarında “Kızım manyak mısın sen?” diyecekler bana, en yakınımdakiler bile! “Memleketi sen mi kurtaracaksın?” diye soracaklar.
Evet, ben kurtaracağım! O akıllı dediğim, aydın bildiğim, güvendiğim, becerikli, nitelikli adamları tek tek bulup çıkararak başlayacağım oturdukları delikten.

Kendime çok güvendiğimden, bir ot zannettiğimden değil! Buraya Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ekleyip eklememe konusunda tereddüt ettiğimden, “acaba suç mudur” dediğimden!



4 Mayıs 2013 Cumartesi

Sorma!




Cevabını bile bile, yalan söyleyeceğini bile bile, o yalanı yakalayacağımızı ve durup dururken karşımızdakini yalancı, kendimizi meraklı, kıskanç, ne bileyim iyi olmayan bir duruma sokacağımızı bile bile, neden sorarız bu gereksiz soruları?

Hangi gereksiz soruları?

“Benden önce kimseyle beraber oldun mu?”
Bunu sormuyoruz artık çift taraflı olarak. Bazen sadece, tecrübesi konusunda az çok bilgi sahibi olabilmek için, net rakam istemeden önce geçiş sorusu olarak...

Duymazlıktan gelebilir veya evet diyebilir. Ama hayır derse mesela, insan bir düşünür “Niye ki?”, biraz daha düşünür “Talep mi yok?”, “Kokuyor mu?”, “Yalan mı söylüyor?”, “Bugüne kadar kimse olmadıysa neden ben?”

Fazla tepki vermez ya da yalan söylemezse, derin düşüncelere dalmaya gerek kalmadan bir sonrakine geçebiliriz...

“Kaç kişi?”
Buna da, cevap alamıyoruz. Böyle sizli bizli konuşurken, kadınları erkekleri ayırıyor değilim, hepimizi kastediyorum, şimdilik.

Kaç kişi? Üç dese uyduruyor deriz, 300 dese uçuyor... Burada bir ayrım gerekiyor işte. Kadınlarda kabul görür sayı 3 ile 5 arasındayken, erkeklerde, tavra, türe, boyuta, cebe ve kariyere bağlı olarak “100’den az” ve “100’den fazladır” gibi cevap seçenekleri mevcuttur. Hiçbiri inandırıcı değildir.

Bir erkek neden 100’den az deme ihtiyacı duysun ki? İlk aklına gelen sayı neden 100? Kaçtan sonra saymayı bıraktığını merak eder insan, hele de kadın! 100’den fazladır derse de, zaten 100’ü devirmiş olan adam, skor tabelasını çoktan rafa kaldırmış, kantite değil kaliteye odaklanmış olmalıyken, hala elinden geçirdiği kadın sayısıyla iş yapmaya çalışıyorsa, -evet, biz elden geçeriz, elden ele geçeriz hatta- kesin atıyordur.

“Nasıldı?”
Of! Stres borsası olsa, tavana vurduran soru bu olurdu! İyiydi dese, soran düşünür, “Neye göre iyi? Karşılaştırma yapabilecek kadar tecrübesi var yani!” Fena değil dese, “Benden iyisi de mi olmuş? Nasıl yani?” Harika dese kalkar gider zaten yanından! “Bu ne rahatlık! Hiç utanma arlanma yok! Bildiğin zevk almış!” Burada da ayrım var, erkek sorar bunu, kadın para karşılığı yapmıyorsa, işin ucunda tavsiyeyle müşteri kazanma ihtimali yoksa, sormaz.

Bir de, kıtalararası ilişkilerdeki versiyonları vardır bu soruların. Şehirlerarası da olsa fark etmez aslında, ya da gidip gelen ilişkiler, on and off tabir ettiğimiz... Her birinde mesafe var sonuçta.

“Ben yokken kimseyle beraber oldun mu?” Dow Jones, Nasdaq, Shanghai! “Oldum” denmez, “olmadım” yenmez!
Yapılması gereken en mantıklı şey, -naçizane- sinirle karşılık vermek suretiyle geçiştirmeye çalışmaktır.
“Bana bunu nasıl sorarsın?”, çeşitli anlamlar ihtiva eder. Biri, “Benden nasıl böyle bir şey beklersin?”, bir diğeri “Sen kimsin de bu soruyu sorarsın, gafil!”

Ses tonu öyle bir ayarlanmalıdır ki, kadın kendini kötü hissetsin ve konuşmaya devam edemesin, hatta bitmesi, unutulması, o anın hiç yaşanmamış olması için dua etsin. İlişkiye güvenmediği için kötü hissetmesi ile, ilişkiye fazla anlam yüklediği için kötü hissetmesi arasında, soran açısından pek bir fark yoktur. Sonuç sinmiş bir kadındır! Sinmiyorsa sıçtınız! En azından ben, hem de hiç bilmiyorum o durumda ne yapılması gerektiğini.

Öncesini biliyorum ama... Kadına bu soruyu soracak cesareti, en başta vermemek gerekir. Kadına da, erkeğe de aslında!

Cevabını bile bile, yalan söyleyeceğinizi bile bile, o yalanı yakalayacağını ve durup dururken sizi yalancı, kendisini meraklı, kıskanç, ne bileyim iyi olmayan bir duruma sokacağını bile bile, neden sorar ki bu gereksiz soruyu? Nasıl sorar?

Eski benzinci, yeni yemek dükkanı bir mekanda, yan masadan alıntı, bir kadın, bir erkek, dostça bir sohbet...

“Ee? Sen ne dedin?”
“Hayır dedim, ama yemedi. Gözler yalan söylemez!”
“Bravo! O harika kişilik özelliklerine bir de yalancılığı eklettin! Sinir yapsaydın ya!”
“Yapamadım!”
“Yapamazsın tabii, sen de sormuşsundur!”
“Sordum, evet.”
“İşte bu en büyük aptallık! Çünkü kadın, ya yapmamıştır... Yaptıysa da gözü yalan söyleyebilir! Dolayısıyla, her durumda sen suçlu çıkarsın!”

Herifin gıkı çıkmıyor, düşünceler çok derin. Karşısındaki gülmeye başlıyor:

“N’oldu? Kalın mı geldi?”
“Yoo, gelmedi.”
“Alabildin yani! Folloş olmuşsun oğlum sen!”