21 Aralık 2012 Cuma

Dağları Delenler



Aşk için divane olanların, dağları delenlerin tümünün, hissiz, ruhsuz olarak tanımladığımız erkeklerin arasından çıkması enteresan değil mi?
Mecnun olsun, Kerem olsun, Ferhat olsun... Kim bilir daha ne kahramanlar vardır Fransız, İngiliz edebiyatlarında.  Ben pek bilmiyorum. Rapunzel’i kuleden kurtaran o prens var, Romeo var, bir iki tane de kral var galiba...
Peki, onlar her türlü tehlikeyi göze alıp sevdiklerine ulaşmaya çalışırken, kadınlar ne yapmış? Oturup beklemiş. Kah kurtarılmayı, kah kucaklanmayı, aşkla sarmalanıp, yere göğe sığdırılamamayı...
Tamam Leyla çölde bir iki tur atmış, Aslı tutuşmuş, Şirin ölmüş. Aşık olmuşlar bu adamlara belli, ama hikayenin esas kahramanı hep erkek olmuş. Bu efsanevi aşkları günümüze onlar taşımış.
Sadece kör eden aşkları tasvir eden hikayeler değil, sanatın neredeyse her dalı, bu duygu yüklü cinsin ellerinde vücut bulmuş. Şairler, ressamlar, heykeltraşlar, besteciler... Kadınlar ne yapmış? Oturup poz vermiş, saç tarayıp ilham bazen...
Yüzyıllar, binyıllar geçti belki. Pek bir değişiklik yok. Ne yapıyor kadın aşkı için? Oturup bekliyor. İstenmeyi, tavlanmayı... Elde tutmak için savaş veriyor evet, ama elde etme çabasına girmiyor pek. Endişeli, yanlış anlaşılma korkusu ayyukta.
Dejenere Amerikan filmlerinde bazen, veya televizyonun gerçek bir aptal kutusu olduğunu ispat etmeye çalıştıklarını düşündüğüm, bitmek tükenmek bilmeyen, her bölümü izleyeni en az 180 dakika ekrana kilitleyen meşhur yerli dizilerimizde... Sadece senaryolarda, gözlerine kestirdikleri erkekleri elde etmeye çalışan kadınlar. Bin bir numara çevirip o da, hep entrika, hep iki yüzlülük, hep bir acımasızlık bu karakterlere biçilen rollerde. 
Kötü kadın olarak çıkarılıyorlar karşımıza. Şöyle edebiyle yaşayan, işinde gücünde olan, iyi aile kızı, iyi insan yok, kalbinde kıpırtı yaratan erkeğin peşinden koşan. Aklıyla, sevecenliğiyle veya kişiliğiyle baş döndürenler yok. Bunlar yetmez her erkeğe, doğru. Ama, içi iyi olanın dışı iyi olamazmış gibi, güzel ya da seksi olup, iyi insan olan da yok. Prodüksiyona girmiyorlar artık, “bir zamanlar Yeşilçam”da kaldılar.
Yani oturup beklemek, öğretilmiş, tekrarlana tekrarlana beyinlere kazınmış bir davranış biçimi olarak çıkıyor karşımıza.  Buna baş kaldıran, bir cesaret ilgi çekmeye, yürümeye çalışanlara ise, cesur ve özgüvenli değil, yollu gözüyle bakılıyor.
Sizi bilemem, ama oturduğum koltuk beni tırmalamaya başladı ufaktan. Bir şeyler dürtüyor sırtımdan, bacağımdan. Ayıp kaçacak ama, evet, biraz da kıçımdan...
Duyduklarım anlam kazanmaya başladı yavaş yavaş. Erkeklerden duyduklarım, çok önemli bir şey öğrendim onlardan. Aynı cümleyi, neredeyse kelimelerin sıralanışında bile fark olmayan o cümleyi, iki üç arkadaşımdan duydum. Ser veririm sır vermem gerçi, ama bu sır olarak kalmamalı.
Yoksa kalmalı mı?
Düşünmem lazım...
Onların vermesi gereken bir karar aslında... Altından kalkmayı becereceğimi düşündükleri için paylaşmış olabilirler benimle, bu bilgiyi taşıyabileceğime, doğru yorumlayıp kullanabileceğime inandıkları için...
Adam yerine koyup elime bir koz vermişler hür iradeleriyle. Hemcinslerim arasından sıyrılıp, öne çıkmamı sağlayacak bir bilgi paylaşmışlar... 

Ağzımı bıçak açmaz, yürüyün gidin işinize...